
Günlerden Pazar. Mutfak penceresinden görünen çocuk parkını seyre dalmışım. Mini mini bir kız çocuğu İstanbul’un sıcağına, nemine aldırmadan salıncaktan kaydırağa, kaydıraktan tahterevalliye koşturup duruyor. Bunların hepsini yaparken etrafındakilere gülücükler saçmayı da ihmal etmiyor. Hatta bir şeye binmek için beklediği kuyruklarda el ele tutuşmaya çalışıyor diğer çocuklarla. Ama diğer çocuklar onu görmezden geliyor sanki... Bizim miniğin gülümsemesi karşılıksız, uzanan elleri boş kalıyor. Tam o anda Nazım, bir beyitini fısıldayıveriyor kulağıma: “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” Bu çocuk, sanki şiirin bu mısralarından fırlamış gibi geliyor bana o an. O iki mısranın canlı hali gibi…
“Sizin beni sevip sevmemeniz, benimle oynayıp oynamamanız, bana gülümsememeniz, elimi tutmamanız umurumda bile değil! Ben sizi seviyorum ya önemli olan bu…” diyor sanki minik.
Tahir ile Zühre Meselesi oldu mu sana Minikle Emel’in Meselesi! O an, o sonsuz sevgi kaynağı miniğe o kadar özendim ki… Sevmeyi gerçekten bilen ve bir karşılık beklemeden, karşılıksız seven o minik, dünyanın en büyük, en değerli hazinesi değil de neydi?
Zamanla masal dünyasından çıkıp gerçek dünyayla tanışacak, bu gerçek ve kirli dünyadan istemese de nasibini alacak, gerçek hayatı yüzüne gözüne bulaşacak, sevmeyi tam ve tüm anlamlarıyla bilen kalbi körelecek olan bu çocuğu, bu hazineyi koruyup kollayabilmek için neler vermezdim. Ama kendimi bile bu erozyondan tamamen koruyamamışken onu…
Ben bu düşüncelerle melankoliye doğru uzanmışken minik, hala koşup gülümsüyor, ellerini uzatıyordu insanlara. Minik, bizim dünyamıza gelmeseydi de biz onun dünyasına gitsek, onun dünyasında kalsak ne güzel olurdu…
Ne yaptığının farkında mı bilmem ama aslında insanları olduğu gibi kabullenen, herkesi olduğu gibi seven bu çocuk için hayat ne kadar da kolaydı. Tek derdi sevmek ve eğlenmekti. Kendisiyle öylesine barışık olduğundan sevilmek pek umurunda değildi. O yüzden gülümsemesi hiç silinmiyordu yüzünden.
Ondan alınacak o kadar çok ders vardı ki…
Mesela ben, bugün dışarı daha sevgi dolu bir halde çıkacağım. Yolda yanlışlıkla çarpıştığım teyze ısrarla bana gülümsemese de ben ona gülümseyecek, beni baştan aşağı süzen bakışlara kızgın bakışlarla karşılık vermeyecek, yapmacık gülümsemeleri görmezden gelecek ve moralimi bozmayacak, verilen sözlerin tutulmamasına aldırmayacak, hak etmediğim davranışlara sinirlenmeyecek, beni olduğum gibi kabullenmek yerine bir kalıba sokmaya çalışanlara kızmayıp gülüp geçeceğim.
Yani bugün insanları olduğu gibi kabullenmeyi deneyeceğim. Bir de sevginin gücünün insanlara hala tesir edip etmediğini…
Belki sonunda budala derler, belki de takdir edip alkışlarlar beni. İlgilenmiyorum! Ben sadece o minik kız çocuğu için deneyeceğim bunların hepsini! Kulağımda Nazım’ın sesinden Tahir ile Zühre meselesi…
Tahir ile Zühre Meselesi
“Sizin beni sevip sevmemeniz, benimle oynayıp oynamamanız, bana gülümsememeniz, elimi tutmamanız umurumda bile değil! Ben sizi seviyorum ya önemli olan bu…” diyor sanki minik.
Tahir ile Zühre Meselesi oldu mu sana Minikle Emel’in Meselesi! O an, o sonsuz sevgi kaynağı miniğe o kadar özendim ki… Sevmeyi gerçekten bilen ve bir karşılık beklemeden, karşılıksız seven o minik, dünyanın en büyük, en değerli hazinesi değil de neydi?
Zamanla masal dünyasından çıkıp gerçek dünyayla tanışacak, bu gerçek ve kirli dünyadan istemese de nasibini alacak, gerçek hayatı yüzüne gözüne bulaşacak, sevmeyi tam ve tüm anlamlarıyla bilen kalbi körelecek olan bu çocuğu, bu hazineyi koruyup kollayabilmek için neler vermezdim. Ama kendimi bile bu erozyondan tamamen koruyamamışken onu…
Ben bu düşüncelerle melankoliye doğru uzanmışken minik, hala koşup gülümsüyor, ellerini uzatıyordu insanlara. Minik, bizim dünyamıza gelmeseydi de biz onun dünyasına gitsek, onun dünyasında kalsak ne güzel olurdu…
Ne yaptığının farkında mı bilmem ama aslında insanları olduğu gibi kabullenen, herkesi olduğu gibi seven bu çocuk için hayat ne kadar da kolaydı. Tek derdi sevmek ve eğlenmekti. Kendisiyle öylesine barışık olduğundan sevilmek pek umurunda değildi. O yüzden gülümsemesi hiç silinmiyordu yüzünden.
Ondan alınacak o kadar çok ders vardı ki…
Mesela ben, bugün dışarı daha sevgi dolu bir halde çıkacağım. Yolda yanlışlıkla çarpıştığım teyze ısrarla bana gülümsemese de ben ona gülümseyecek, beni baştan aşağı süzen bakışlara kızgın bakışlarla karşılık vermeyecek, yapmacık gülümsemeleri görmezden gelecek ve moralimi bozmayacak, verilen sözlerin tutulmamasına aldırmayacak, hak etmediğim davranışlara sinirlenmeyecek, beni olduğum gibi kabullenmek yerine bir kalıba sokmaya çalışanlara kızmayıp gülüp geçeceğim.
Yani bugün insanları olduğu gibi kabullenmeyi deneyeceğim. Bir de sevginin gücünün insanlara hala tesir edip etmediğini…
Belki sonunda budala derler, belki de takdir edip alkışlarlar beni. İlgilenmiyorum! Ben sadece o minik kız çocuğu için deneyeceğim bunların hepsini! Kulağımda Nazım’ın sesinden Tahir ile Zühre meselesi…
Tahir ile Zühre Meselesi
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Nazım Hikmet Ran
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder