Lüle lüle saçları vardı o kız
çocuğunun. Kabarık etekli kırmızı elbisesi, beyaz soket çorapları ve kırımızı
rugan ayakkabılarıyla parkta bir aşağı bir yukarı koşturup dururdu. Elinde
pamuk şekeri, dudaklarında gülümsemesi, gözünde çocukluğu ile lüle saçlı küçük
kız, hayatın oyunlarından habersiz kendi çocuk oyunlarını oynardı.
Seksek oynardı mesela. Büyüyünce
kimsenin ayağını kaydıracağı aklına gelmeden, insanların tek ayak üstünde kaç
tane yalan söylediğini bilmeden.
Yağ satarım bal satarım oynardı,
nokta kadar menfaatler için virgül gibi eğilen insanları henüz tanımadan.
Tilki gibi kurnaz olmasa da
‘tilki tilki saatin kaçta’ hep yenerdi arkadaşlarını.
Saklambaçta ebe olmaktansa nefret
ederdi. Hayatta sadece bu oyun için saklanmanın doğru olduğunu nerden
bilecekti?
İp atlarken ayakları dolaşır,
yanardı. Büyünce karşılaştığı ‘ip cambazları’ acaba çocukken nasıl ip atlardı?
Sanki bir yirmi yıl sonra
hayattan bu muameleyi göreceği içine doğmuş gibi ‘ortada sıçan’ oyununda
yanmamak için canını dişine takardı.
Severdi oyunları minik kız. Hayal dünyasında yaşar, üzülse üzülse en
fazla kırmızı lastik topunun patladığına ya da leblebi tozunun bittiğine
üzülürdü.
Severdi oyunları, hayatın da bir
oyun olduğunu bilmeden.
Onun oyunları başkaydı, onun
oyunları güzeldi, onun oyunları masumdu, onun oyunları oyundu.
Lüle saçlı minik kız… İyi bakın
etrafınıza, ondan hiç kaldı mı?
Kalplerimizin hiç büyümemesi,
oyunlarımızın evcilikten öteye geçmemesi dileğiyle…
İyi hafta sonları!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder