19 Eylül 2010 Pazar

Mini mini birler, çalışkan ikiler…

Ne güzel yıllardı, ilkokul yılları…
Hala zaman zaman aklıma geldiğinde, bir yanında mutlaka bir tebessüm de getiren o yılların en güzeli ise hiç şüphesiz birinci sınıftı benim için…
Yedi yıldır annelerinin kanatları altında yaşayan miniklere, “Hadi bakalım çık oradan,” denir. Ama az da olsa insaf edilir ve ilk derse anneler de gelir…
Ağlayanlar, dokunsan ağlayacaklar, bir köşede sus pus kalanlar, bağırıp çağırıp herkese sataşanlar, bu çığırtkan tiplere diklenen, mazlumun hakkını koruyan, potansiyel kahramanlar… Küçük ölçekli bir toplum olduklarından habersiz, ilk ayrılığı, ilk yalnızlığı, ilk bireyliği tadan mini mini birler…

Eminim hepinizin bu “ilk” okul yıllarına dair bir çok anısı vardır. Biraz yoklasanıza…
Mesela bizim için bir klişe olan beslenme çantaları, suluklar, boyumuzdan büyük, rengarenk sırt çantaları, “ büyüyünce de giyer” hesabıyla alınmış hafiften dökümlü önlükler, kolalı yakalar, rugan ayakkabılar, beyaz çoraplar, beyaz saç tokaları, özellikle tırnak kontrollerinin olmazsa olmazı olan mendiller, öğretmenlerimizin hem sıra dayağı atmak hem de harita ya da tahtada bir şey göstermek amacıyla kullandıkları çok amaçlı sopalar… Sonra kokulu silgiler, ağzı tıka basa dolu kalemlikler, “Öğretmenim, kalemimi açabilir miyim?”, “Öğretmenim tuvalete gidebilir miyim?”ler, bu son soruyu sormaya erindiğinden geleni koyuveren sonra da gelecek beş yıl boyunca dalga konusu olup uzun yıllar bu utançla yaşayanlar… Beslenme çantalarının sabırsızlıkla açıldığı beslenme saatleri ve o saatlerde sınıfı kaplayan, haşlanmış yumurta, kaynamış sosis, peynir, zeytin ve ortalama 30 öğrenci nefesinin karışımından oluşan, o tarifi mümkün olmayan kokular ve daha neler neler…

Altı buçuk, yedi yıllık hayatın ilk dönüm noktasıdır birinci sınıf. Evdeki lale devrinin sona erdiği ve hayatın gerçekleriyle ufaktan karşılaşılmaya başlandığı nokta. Rekabetin ne olduğundan habersiz çocuk kalplerinin, okumayı söküp yakalarına kırmızı kurdele takanlardan olmak için fark etmeden birbirleriyle yarıştığı, kırmızı kurdelesine kavuşanların kasım kasım kasılarak, gerçekte minik, kendilerince dev adımlarla okul koridorlarını aheste aheste arşınladığı yıllar…
Anne babaların, “Falancanın oğlu okumayı sökmüş, bizimki hala aba-ebe,” diye dövünüp durduğu, çocukların başarılı olmaları için onlara şeker, çikolata, çiklet hatta bisiklet gibi bütçe uyarınca hediyelerin alındığı yıllar…

Şimdi bana “Hadi Emel, sil baştan tüm okulları bir daha okuyacaksın,” deseler, herhalde kalbim dayanmazdı buna ama ilkokul, özellikle de birinci sınıf yılları öyle sıcak, öyle güzel görünüyor ki uzaktan…

Hayata atılan minicik adımların her sene biraz daha büyümesi, büyüyerek bu günlere kadar gelmesi ne kadar büyük bir emek ve çaba aslında…

Sabahları işe giderken, önceden aynı okulda olduğum ya da okula beraber gidip geldiğim arkadaşlarımla karşılaşıyorum bazen. Eskiden, “Bugün Türkçe var mıydı, matematik ödevini yaptın mı, falanca sınava çalıştın mı?” diye uzayıp giden soruların yerini şimdi “Ne yapıyorsun, nerde çalışıyorsun, Cumartesileri çalışıyor musun, sigortanı yaptılar mı, memnun musun?” gibi sorular aldı.
Zaman bizi oradan aldı, buraya koydu. Bir varmış, bir yokmuşlu masallar gibi bir zamanlar var olan çocukluğumuz, bugün yok oldu… Çalışır, master yapar, tez yazar, iş arar, nişanlanır, evlenir olduk. Hatta kimimiz anne-baba adayı olup telaşlı ama tatlı bekleyişlere başladı…

Mini mini birler, çalışkan ikiler derken düşe kalka geldik, geliyoruz, geleceğiz bir yerlere. Ama umarım bu yolcuğumuzda, siması kaybolsa da, kalbini hep koruyabiliriz çocukluğumuzun…
Gün geçtikçe artan rekabet ortamına rağmen B harfini bir türlü yazamayan arkadaşımızın elinden tutarız, iki kere ikinin dört ettiğini çaktırmadan kulağına fısıldarız. Hayatımızı, beslenme çantamızın içindekiler gibi her zaman paylaşırız. Kıskançlıktan uzak, egodan habersiz, yağ ve balı sadece oyunlarda satan bir toplum oluruz…

Ne mutlu bana ki, bu söylediklerimin hepsini karşılıklı olarak gerçekleştirebildiğim dostlarım var hayatımda. Ama bazen insan gördükleri ve yaşadıkları yüzünden çileden çıkabiliyor; kötüye kötülükle karşılık vermeye kalkışıyor. Yine umuyorum ki biz, o insanlardan biri olmayacağız, en azından deneyeceğiz bunu…

Çocuk kalbinizin hiç mi hiç yaşlanmaması dileğiyle! Hepinize beslenme çantamdan birer kurabiye yolluyorum. Afiyet olsun.

12 Eylül 2010 Pazar

Menekşe Çıkmazı


Özenle dizilmiş taş plaklarının arasından itinayla çekip çıkardı Zeki Müren’in bir plağını. Boşa dönen gramofona yerleştirdi, iğnesini kontrol ettikten sonra yavaşça bıraktı plağın üzerine.

“Gençliğim şarap olsa, gözyaşım harap olsa, her günüm azap olsa, yine seni seveceğim,” diyordu Zeki Müren billur sesiyle. Neriman Teyze, şarkıya belli belirsiz eşlik ederek balkondaki masaya geri döndü. Az önce okşadığı fesleğenlerden yayılan kokuyla harmanlanarak yüzüne çarpan temiz havayı içine çekip arkasına da bir “oh” ekleyiverdi. Yıllardır oturduğu Menekşe Çıkmazı Sokak’a, sokaktan görünen denize sanki ilk defa görüyormuş gibi heyecanla baktı. Ardından elindeki yelpazeyi masanın üzerine bırakıp kahvaltısının son demi olan bol köpüklü türk kahvesini yudumladı.

Kahveyi onun sevdiği gibi yapmıştım. Az şekerli. Ve yudumladığı anda beğendiğini anladım. Kahveyi nasıl sevdiğini, her türlü hissinin yüzüne nasıl yansıdığını ve onunla ilgili daha birçok şeyi adım gibi iyi bilecek kadar uzun süredir tanıyordum onu. O kadar yakındım. Aile dostumuz Neriman Teyze’nin elinde büyümüştüm, ötesi var mı?

Çalışan bir anne babanın tek çocuğu olarak bakıcıya bırakılmaya kıyılamamış, anne babalar uzakta olduğu için onlara emanet edilememiş olan ben; biricik dost, abla, teyze, hatta benim için bazen anne olan Neriman’ın “Ben bakarım ayol! Ne olacak şuncacık çocuk” sözüyle yerimi bulmuştum. Tabi ben, bu sözleri o an idrak edemeyecek yaşta olduğum için bu ve bunun gibi benimle ilgili pek çok hikayeyi, bugün gibi her ayın üçüncü Cumartesisi Neriman’ıma kahvaltıya gittiğimde öğrenirdim.

Her zaman biraz balık etli olan Neriman’ım, her geçen yıl artan yaşına biraz da kilo eklemiş olmasına rağmen zevkli giyim tarzı, nostaljik elbiseleri, dudağındaki gülkurusu ruju ve hiç değişmeyen kadınsı parfümüyle hep güzel, hep alımlı kalmayı başarmıştı. Hiç unutmam bir gün, “Vücudu kadın gibi gösteren elbisedir elbise. Ne o üzerindeki rengi soluk kot? A, yırtığı da mı var onun?! Kızım, böyle giderse başıma kalacaksın sen benim,” demiş ve bir hışımla odasına gidip çoğu çiçek desenli genç kızlık elbiselerinden biriyle geri dönmüştü.
“Kalk bakayım! Çabuk giy şunu üstüne!”

Uykudan gözleri daha tam açılmamış olan ben, kahvaltı masasında öylece kala kalmıştım.
“Hadisene kızım! Bak hala duruyor!” deyip beni çekiştirerek masadan kaldırmış, elbiseyi üzerime tutuşturuvermişti.
İki dakika sonra üzerimde elbiseyle geri geldiğimde, bu sefer de zayıflığımdan –bana göre normal, ona göre çok az olan kilomdan- dert yanmış, “Ay, elbise elbise de içindeki kemik torbası mübarek. Kızım sen hiç mi yemek yemiyorsun anlamadım ki!” demişti.
Canım elbisesinin balık etli olmayan benim üzerimde süklüm püklüm durması sinirini bozduğundan olsa gerek Neriman’ımı ateş basmış, eli yelpazesine uzanmıştı. Usta bir hareketle, tek hamlede açıverdiği yelpazesini hızlı hızlı sallarken “Kadın dediğin balık etli olacak kızım. Bak elbise üstünde ağlıyor. Hem ne demişler: bir dirhem et, bin ayıp örter. Biraz büyük sözü dinleyin canım,” demişti.
O an, Neriman’ıma kilomun aslında günümüz şartlarında gayet normal olduğunu, balık etli bir yapım olmadığı için istesem de olamayacağımı, olsam bile bunun avantaj değil dezavantaj olduğunu, iş ilanlarında bile “fiziği düzgün” kelimesinin alakalı alakasız her ilana eklendiğini daha önce anlattığım gibi yine anlatabilirdim. Ama onun yerine masanın kenarında duran fularıma seri bir hareketle uzandım ve onu belime bağlayıp balkonun salona açılan büyük kapısından, onun bana öğrettiği gibi narince içeri yürüyüp salonda bir tur attım. Tur sonunda etrafımda şöyle bir dönüp Neriman’ımı kibarca selamladım.
Benden böyle bir performans beklemeyen Neriman, gözlerini üzerimden ayırmayıp elindeki tavus kuşu kuyruğu misali açılmış yelpazeyi yine usta bir hareketle kapatıp ritimli bir şekilde dizine vurarak “Vay, vay, vay, sende ne cevherler varmış kızım!” demişti, şen kahkahasını da sonuna ekleyerek. Ardından duvarda asılı duran siyah beyaz resme dönerek “Gördün mü Hulusi Bey, senin akıllı bıdık büyüdü de benim elbiseleri giyer oldu,” demişti. Sonra gözleri, Hulusi Amca’nın üzerindeki babasının resmine ve konsolun üzerinde duran çocuklarının resimlerine takılmış, neşesi sönmüş, babasının, eşinin, iki oğlunun fotoğraflarını bulutlu gözlerle seyretmişti.

Ara sıra bu sahneye şahit olsam da o an, her zamankinden fazla etkilenmiştim. Az önce attığım kahkahalardan geriye kalanlar boğazımda düğümlenmiş, ne yapacaklarını bilemez halde bekliyorlardı. İşte o an, benim için değeri çok büyük olan, Menekşe Çıkmazı Sokak’ta oturan ve hayatının neredeyse tamamını burada geçirmiş olan Neriman’ımın hikayesini yazmaya karar verdim.
Oturduğu sokağın kaderi belki de kendi kaderine yazılmış, çıkmaz sokaklarla dolu bir hayatın öyküsünü…
--------------------------------------

Güzel İzmir’in, güzel kızlarından biri olan Neriman’ın kalbine aşk ateşi şimdi bize çok erken gelen bir yaşta, 15’inde düşmüştü. Aslında henüz bir çocuk kalbine sahipti – onun değimiyle cahildi – ama bedeni yaşına göre erken serpilmiş, balık etli, göz alıcı bir güzel olmuştu.
Belki de annesini erken yaşta kaybettiği, babasıyla bir başına kaldığı için ayak uydurmuştu bedeni bu talihe, çabuk büyümüştü.
Kalbe düşen ateşin adı: Hulusi’ydi. Genç bir kaptan…

Neriman’ın babası Vedat Amca, sert mizaçlı bir adamdı. “Rahmetli, kaşlarını çattı mı gıkımızı bile çıkaramazdık,” derdi Neriman’ım babasından bahsederken.
Vedat Amca, kızının kalbine düşen ateşe de çatmıştı kaşlarını. Neriman çok direnmiş ama babasını yumuşatamamıştı.
“Kaptana verecek kızım yok benim! Hem okuyacaksın sen Neriman!” demişti. Ama Neriman öyle aşık yada öyle cahildi ki bir gece, Hulusi Kaptan’ın gemisinde gözünde yaşlar evine, babasına el sallarken bulmuştu kendini. Oysa ona karanlıkta el sallayan kimse yoktu. Gittiğinden kimsenin haberi yoktu..

İstanbul’a, Hulusi’nin tek göz evine geldiklerinde İzmir’deki kocaman evi gözünün önüne gelmiş ve gözyaşları yine akmıştı Neriman’ın. O an evini, babasını öyle özlemişti ki hemen geri dönmek istemişti. Ama Hulusi’nin ona bakan gözleriyle buluşunca… Gidememişti işte…

Hulusi Kaptan, bir ay sefere çıkmamıştı. Neriman her gün kapılarının çalacağının, babasının gelip onu alacağının korkusunu yaşamıştı. Öyle korkuyordu ki neredeyse her gece aynı kabusu görmüş, boncuk boncuk terlerle uyanmıştı.
Ama gelmemişti babası.

Bir ayın sonunda Hulusi istemeye istemeye çıkmıştı seferine. Bu sefer sadece Neriman’ın değil Hulusi’nin de gözlerinde vardı o yaşlar.
O gün Neriman 16’sına basmıştı. Resmi nikah için iki yıl daha beklemeleri gerekiyordu. “Belki de babam bulamamıştır beni. Ama mutlaka gelecek, gelecek” diye yüreği pır pır ediyordu Neriman’ın. Babasını karşısında bulduğunda yapacağı konuşma bile hazırdı, satır satır ezberindeydi. Ama önce sımsıkı sarılacaktı babasına. Onu itelese de, dövse de sarılacak, sadece sarılacaktı. Ne kadar da çok özlemişti…

Hulusi gideli iki gün olmuştu. Neriman, yalnız başına tek göz odaya sığamıyordu. Aklının yarısı Hulusi’de, yarısı babasındaydı.
En alt kattaki odanın camı sokağa bakıyordu. Ama Neriman pencereden her bakışında sokakta sadece tek bir şeyi görüyordu: telefon kulübesi… Evindeki pek çok eksikten biri de telefondu. Geldiği ilk günden beri babasını aramak istiyor ama cesaret edemiyordu. O gün de diğer günlerden farklı değildi.

Gece rüyasında simasını resimlerden tanıdığı annesini gördü. Annesinin gözünde de yaşlar vardı. Oluk oluk akıyorlardı. Neriman, kan ter içinde uyandı. İçini tarifsiz bir sıkıntı kapladı. Sabaha kadar ağladı ama geçmedi sıkıntısı. Sabah ilk işi telefon kulübesine doğru yürümek oldu. Elleri, ayakları buz kesmişti, bacakları tir tir titriyordu. Nihayet jetonu atıp numarayı çevirmeyi başardığında kalbi ağzında atıyordu. Adı gibi ezberlediği konuşması uçup gitmişti…
Telefon uzun uzun çaldı. Neriman’ın ümidi tam kesilmişken telefon açıldı. Neriman bayılacak gibi oldu ama karşıdan gelen “alo” sesinin bir kadına ait olduğunu anladığında heyecanının yerini şaşkınlık aldı.
Neden sona karşıdan tekrar tekrar “alo” diyen sesi tanıdı. Komşuları Şermin Teyzeydi. Ama bu saatte ne işi vardı evlerinde?

Heyecanı, korkusu, şaşkınlığı iç içe geçen Neriman “Merhaba Şermin Teyze, ben Neriman,” diyebildi sadece. Sesini kendi bile tanıyamamıştı. Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu.
“Şermin Teyze?”
“Buradayım!” Şermin Teyzenin sesi her zamankinden çok farklıydı. Çok soğuktu…
“Ben… babamla konuşacak…”
“Konuşamazsın kızım”
“Şermin Teyze, babamla…”
“Konuşamazsın çünkü konuşamıyor artık baban. Telefona da gelemiyor, yürüyemiyor. İnme indirdin adama inme!”

Neriman için zaman durmuştu. Beyni zonkluyor, kalbi göğüs kafesini yırtarcasına atıyordu. Söylenenleri anlayamıyordu. Yoksa bir rüyada mıydı? Evet evet bu bir kabustu. Birazdan uyanacaktı. Uyanmalıydı!
“Ne oldu sustun? Bırakıp giderken üzülmedin, düşünmedin adamcağızı da şimdi mi tuttu insanlığın?”
Hayır, bu bir kabus değildi! Şermin Teyze hala konuşuyor, her lafında ağzından öfke, nefret dökülüyordu.
Neriman’ın beyni uyuştu, bedeni uyuştu. Elindeki telefon ahizesi yüzlerce kilo kadar ağırlaştı. Eli ahizeyi, ayakları bedenini, beyni bu haberin yükünü daha fazla taşıyamadı…

Gözünü açtığında yine tek göz odadaydı. Yoksa gerçekten bir kabus muydu?
Başında beyaz önlüklü bir adam, orta yaşlı bir kadın gözünü açtığını fark edip ona bir şeyler sormaya başlamışlardı.
Gözyaşları bu sefer bedenini yakarak aktı Neriman’ın. Kabus değildi. Kulübede bayılınca komşusu görmüş, eczacı ile evine taşımışlardı. Neriman, ona acıyarak bakan iki çift gözün söylediklerini duymuyor, sadece “İzmir’e gitmeliyim! İzmir’e gitmeliyim!” diyip duruyordu.

Otobüse bindiğinde hala kendinde değildi Neriman. Sanki ruhu uçup gitmiş, bir tek bedeni kalmıştı. O da İzmir’e sürükleniyordu.

Baba evine gediğinde Şermin Teyze hala oradaydı. Yine bir şeyler söylüyordu. Neriman duymadı hiçbirini. Beynindeki uğultu tüm sesleri bastırıyordu. Sadece Şermin Teyze’nin ona tiksinerek bakan yüzünü algılayabildi.

Babasının odasına girdiğinde yatakta hareketsiz, sessiz yatan bir et yığınıyla karşılaştı. Yanına koştu, elini tuttu, hıçkıra hıçkıra ağladı. Babacım diye ağladı, babasına ağladı…
Çatık kaşlı Vedat Amca gitmiş yerine ifadesiz bir adam gelmişti. Sadece gözleri hareket eden, gözleriyle konuşan bir adam… O gözlerde de yaş vardı, akıp duruyordu.

Neriman, babasının gözlerine, ta içine baktı. Babası da onunkilere… Kim derdi ki o bakış bir babanın kızına son bakışı olacaktı. Kim derdi ki Vedat Amca, bu hallere düşecek, hayata böyle veda edecekti… Neriman o an, zamanı geri getirmek istedi. Böyle olacağını bilse hiç gider miydi? Cahil Neriman’ın, çocuk Neriman’ın masalında böyle bir olayın ihtimali dahi yoktu ki… Zamanında kalbine düşen ateş, şimdi tüm bedenini cayır cayır yakıyordu. Ve bu ateşi söndürmenin, bu olanları telafi etmenin bir yolu yoktu. Neriman, çıkmaz sokağının duvarlarına çaresizce çarpıp duruyordu.

İstanbul’a geri dönmedi Neriman. Babası artık burada olmasa da bir yerlerden onu görecekti. Huzur içinde uyuyacaktı…
Ama İzmir’de kalmak pek kolay değildi. Neriman, kendini eve hapsetmişti ama arada mecburen çıkması gerekiyordu. İşte o zaman yüzlerce göz, yüzlerce ağız ona kin, nefret okları atıyordu.

Bir gece, henüz daldığı uykusundan bir gümbürtüyle uyandı. Uzun zamandan beri ilk defa uyumayı başarabilmişti ama uykusu pek uzun sürmemişti. Derken bir ses daha geldi cam kırıklarıyla beraber. Evini taşlıyorlardı. Kırılan pencerelerden ses daha net geldi içeriye: “Git buradan!”
Daha birkaç ay öncesine kadar çok sevilen Neriman, artık istenmiyordu. Vedat Amca, sadece Neriman’ın değil mahallelinin de babasıydı. Babasını kaybeden mahalleli, hıncını Neriman’dan çıkarıyordu.
Derken gür bir ses duyuldu. Taşlar da, bağrışmalar da kesildi. Neriman, o gür sesi tanıyordu. Hulusi belirdi kapıda… Gözlerinin kızarıklığı ve şişliği dışarıdan eve vuran sokak lambasının ışığında bile belli oluyordu.
“Gidelim” dedi Hulusi. Neriman gitmek istemiyordu ama başka çaresi, başka kimsesi yoktu. Çıkmaz sokağından sürüdü bedenini. Geriye, her şeye sebep olan başlangıca doğru yol aldı…

--------------------------------------------

Üç yıl boyunca Hulusi’yle tek kelime konuşmadı Neriman. Yüzüne bakmadı. Tek göz odada ona hep sırtını döndü… Hulusi, hep anlayışlı, hep sevgi doluydu ama ruhunu kaybetmiş olan Neriman’ın yüzünde tek bir ifade bile belirmiyor, kalbinde ufacık bir kıvılcım bile olmuyordu.
Hulusi seferden her dönüşünde Neriman’a bir buket çiçek, bir de hediye getiriyordu. Çiçekler solup gidiyor, hediyelere el sürülmüyordu…
Bu halde dördüncü yıla doğru yaklaşırlarken bir sabah, Neriman gözünü açtığında koltuğun yanında oturan ve ona bakan Hulusi’yi gördü. Üç yıl aradan sonra ilk defa göz göze gelmişlerdi… Babasının gözlerindeki üzüntünün, acının aynısı asılıydı Hulusi’nin gözlerinde… Üç yıldır taşıyordu Hulusi bu acıyı. Ama Neriman ilk defa görüyordu.
Hulusi, Neriman’ın gözlerinin ta içine özlemle baktı. Neriman’ın gözerinden ılık ılık akan yaşları Hulusi’nin gözyaşları yalnız bırakmadı. Sarıldılar birbirlerine, sarılıp ağladılar. Hiç konuşmadan sadece ağladılar… Üç yıldır biriken tüm acılara, tüm ayrılıklara, tüm çaresizliklere ağladılar…

Tam üç yıldır sevdiği kadının ona, hayata dönmesini sabırla beklemişti Hulusi ve nihayet Neriman geri dönmüştü. O günden sonra Hulusi her zamanki gibi sevgiyle, şefkatle sardı Neriman’ın tüm yaralarını. Ve bitti denilen hayat, tekrar akmaya başladı…

Zamanında on altısında olduğu için kıyılamayan resmi nikahı kıydırdılar önce. Bir yıl sonra Neriman, karnındaki tekmeci ufaklıkla birlikte beklemeye başladı Hulusi’nin seferlerinden dönmesini.

Neden sonra baba evini tekrar ziyaret etme cesaretini buldu kendinde Neriman. Son gidişinden farklı olarak bu sefer onu suçlayan, aşağılayan gözler yoktu karşısında. Herkesin siniri sönmüş, muhakemeler yapılmış ve Neriman beraat ettirilmişti. Hele onu kucağındaki minik tatlı oğluyla görenler önce yaramazı sevmiş sonra dayanamayıp Neriman’ı kucaklamıştı.

İkinci yaramaz oğlan dünyaya geldiğinde Neriman ve Hulusi babadan kalanlar ve dişten tırnaktan arttırılanlarla benim şimdi balkonunda oturduğum ve kahve keyfi yaptığım evi alıp taşınmışlardı.
Hulusi, ilk oğlu için söylediği ismi yine söylemişti Neriman’a: Vedat… Ama Neriman yine kabul edememişti bu ismi. Yüreği dayanmazdı çünkü. Babacığı hep kalbinde, hep yanındaydı ama ismi bir köşede saklı durmalıydı. Zamanında hiç istemeden ona yaşattığı tarifi mümkün olmayan acılardan onu korumak kollamak istercesine adını saklı tutuyordu babasının. O isme kimse ulaşmasın, o isim bir tek babacığının olsundu. Çatık kaşlı, yufka yürekli babacığının… Aklına geldiğinde hala yüreğini paramparça eden Neriman’ın babacığının…


Baba hasreti akıp giden yıllara karışmış, Hulusi seferlere gitmiş, seferlerden dönmüş, çocuklar gözünün önünde gün be gün büyümüşlerdi. Çocuklarının okul telaşı, top koşturuşları, ilk aşkları, ilk dalaşları, ilk sarhoş oluşları, sigarayla yakalanışları, mezun oluşları, evlilik telaşları, yurtdışına gidişleri… Hepsi sanki bir günde olup bitmişçesine birbirinin kovalamış, Neriman ve Hulusi bir sabah, zamanında iki erkeğin sesiyle dolup taşan evlerinde en baştaki gibi iki başlarına kalmışlardı… Tek fark, eskiden bir fotoğrafın bile bulunmadığı tek göz odalarının yerine, şimdi başta Vedat Amca’nın fotoğrafı olmak üzere bir sürü fotoğrafla dolu salonlarında oturmalarıydı.

Hulusi de bu dünyadaki yolculuğunu tamamladığında Neriman bu sefer yalnız ağlamış, eşinin fotoğrafını, babacığının fotoğrafının hemen altına asmıştı…

Oğulları, her konuştuklarında, görüştüklerinde onu yanlarına çağırmışlardı ama Neriman hatıralarla yaşamayı seçmişti. Bir yanda babası bir yanda Hulusi vardı. Onları nasıl bırakabilirdi ki…
Bir de Hulusi’nin de çok sevdiği, kendi kızı yerine koyduğu, Hulusi’nin gidişinde Neriman’ı hayata bağlayan minik Emel vardı. Peki onu nasıl bırakırdı…
Zamanında bırakıp da gitmemesi gereken birini ardında bırakmış ve bunun dayanılmaz cezasını ömür boyunca çekmişti, çekiyordu. Tekrar aynı hataya düşer miydi…

Neriman, Menekşe Çıkmazı Sokak’ta anılarına sarıldı, Emele sarıldı, hayata sarıldı. İzmir’in kızı, İstanbul’un çıkmaz sokaklarından birinde hayatı için bir çıkış yolu arayıp durdu ve aradığını çocuk Emel’in yerli yersiz gülücüklerinde buldu…

------------------------------------------

Biten kahvaltı, içilen kahveler ve keyifli bir muhabbet derken vakit yine akşamüstünü bulmuş gitme vaktim yaklaşmıştı. Neriman’ım, omzuma hafifçe dokunup “Gidiyor musun kızım?” dedi. Gözleriyle “gitme,” der gibi bakarak… “Şimdi yalnız kalmak istemiyorum…”
Elimdeki çantayı usulca bıraktım yere. “Yok Neriman’ım,” dedim “daha değil…”

Balkondaki sandalyelerimize oturup günbatımında, Menekşe Çıkmazı’nda top koşturan küçük çocukları seyrettik. “Gol!” diye bağırdı içlerinden biri, biz de hem alkışladık hem de o miniğin tarifsiz sevincini imrenerek izledik…