27 Ağustos 2010 Cuma

Özgür ruhun çırpınışları…


Geçen sabah Gayrettepe’nin ara sokaklarından ofisime doğru yürürken alt kattaki, perdeleri geriye kadar açık olan eve gayri ihtiyari gözüm takıldı. İki yaşlı teyze, camın önüne koydukları masalarında bir yandan sohbet ediyor bir yandan şehrin yeni yeni uyandığı o saatlerde sokaklarından geçen misafirleri izliyorlardı. O an, onların ta eski dönemlerden kalmış, paha biçilemeyecek kadar değerli bir tabloyu andıran o huzurlu ve telaşsız hallerine o kadar özendim ki neredeyse gidip istifamı verecek ve teyzelerin kapılarını çalıp o tabloda yer almak için yalvaracaktım.

Sabahın köründe uygun adım marş işe giderken rastladığım bu bir anlık görüntü, elimden akıp giden günlerin değerini ve hayatın acı gerçeklerini bir çırpıda hatırlatmaya yetti de arttı bile… Şimdi, dedim kendi kendime, tam sekiz saat boyunca dört duvar arasında oturup çalışmaktansa önce denize nazır bir kahvaltı etsem, sonra Beyoğlu’nun kalabalığına karışsam, bu kadar Avrupa yeter diyip Çengel’e uzansam, Kanlıca’da yoğurt yesem… Akşamüstü eşe dosta uzansa elim, hepsini kocaman bir sofrada toplasam, o iki yaşlı teyze gibi günlük telaşlardan uzak, stressiz, sinirsiz olsak hepimiz. Bir yandan sohbet edip bir yandan yoldan geçen herkesi masamıza katsak… Büyüdükçe büyüsek, öyle sorunsuz, hesapsız, itiş kakışsız yaşasak, yaşayıp gitsek… Fena mı olurdu?

Bu hayallerin arasında fark etmeden ofise ulaştığımda ise bulutların arasından yüzeye çakılmış, çaresiz tüm bu güzelliklere veda etmiş ve acı gerçeklere kucak açıp çalışmaya başlamıştım. Çünkü insan çalışmalı, hayatını kazanmalı, yani bir yandan yaşanabilecek onca harikulade anı kaybederken bir yandan kazanmalıdır. Yapılacak tüm plan ve programını haftasonuna yada iş çıkışına saklamalı, sevdiği her yerin, haftaiçinin bir gündüz vakti nasıl olduğunu beyninden silmelidir. Çünkü insan, istediği anda istediği şeyi yapmamalı, makul olanı yapmalı, böylece her daim temkinli olarak riski en aza indirgemelidir.

Mesela şakır şakır yağan yağmurda sırılsıklam ıslanmak varken o fönlü saçını, ütülü kıyafetlerini, gideceği toplantıyı düşünüp şemsiyesini açmalı yağmurluğunu giymeli ve bu yağmurun haftasonu da böyle yağması için dua etmelidir. Ya da kızgın kumlardan serin sulara atlamak için elverişli olan koskoca üç hatta dört ayı görmezden gelip hepi topu yedi günü bozdurup bozdurup harcamalıdır. Yataktan hiç mi hiç çıkmak istemediği soğuk bir kış sabahı, sıcacık evinde oturup, cam kenarı, kitap, çay, kahve benimdir demektense bir savaşçı edasıyla, karanlıkta uyanma, buzda kayma, soğuktan mundar olma gibi tüm zorlukları aşarak işinin başında olmalıdır. İnsan, yaşamak için, hatta bu keyifleri yaşamak için, kendini çoktan adını para koyduğu değersiz değere mahkûm etmiştir. Şimdi benim gibi ne kadar, hayallere dalsa, ahlayıp vahlasa da boştur. Özürlüğünü çoktan satmıştır, geçmişler ola…

Tıpkı şuan olduğu bazen öyle çok gitmek istiyorum ki… Ama "nereye" diyor bana para, "bensiz nereye gidebilirsin, nasıl yaşayabilirsin?"

Neyse ki birkaç günlüğüne uzaklaşıyorum bu keşmekeşten. Tabi ki cebimde TL damgalı kağıt parçalarıyla... Acaba bir gün onları da tamamen terk etmeyi başarabilecek miyim?

Mini minnacık tatilinizin, geride hafızanıza sığmayacak kadar kocaman ve güzel anılar bırakması dileğiyle. İyi tatiller!

2 yorum:

  1. Psikolojim bozuldu canım şu yaz günü, zaten aklım Datça'da kalmış:(

    YanıtlaSil
  2. kitlesel insan, kitlesel yaşam canım. Ne yaparsın...

    YanıtlaSil