22 Şubat 2013 Cuma

Bir ‘çocukluk’ hikayesi



Lüle lüle saçları vardı o kız çocuğunun. Kabarık etekli kırmızı elbisesi, beyaz soket çorapları ve kırımızı rugan ayakkabılarıyla parkta bir aşağı bir yukarı koşturup dururdu. Elinde pamuk şekeri, dudaklarında gülümsemesi, gözünde çocukluğu ile lüle saçlı küçük kız, hayatın oyunlarından habersiz kendi çocuk oyunlarını oynardı.
Seksek oynardı mesela. Büyüyünce kimsenin ayağını kaydıracağı aklına gelmeden, insanların tek ayak üstünde kaç tane yalan söylediğini bilmeden.
Yağ satarım bal satarım oynardı, nokta kadar menfaatler için virgül gibi eğilen insanları henüz tanımadan.
Tilki gibi kurnaz olmasa da ‘tilki tilki saatin kaçta’ hep yenerdi arkadaşlarını.
Saklambaçta ebe olmaktansa nefret ederdi. Hayatta sadece bu oyun için saklanmanın doğru olduğunu nerden bilecekti?
İp atlarken ayakları dolaşır, yanardı. Büyünce karşılaştığı ‘ip cambazları’ acaba çocukken nasıl ip atlardı?   
Sanki bir yirmi yıl sonra hayattan bu muameleyi göreceği içine doğmuş gibi ‘ortada sıçan’ oyununda yanmamak için canını dişine takardı. 

Severdi oyunları minik kız.  Hayal dünyasında yaşar, üzülse üzülse en fazla kırmızı lastik topunun patladığına ya da leblebi tozunun bittiğine üzülürdü.  

Severdi oyunları, hayatın da bir oyun olduğunu bilmeden. 

Onun oyunları başkaydı, onun oyunları güzeldi, onun oyunları masumdu, onun oyunları oyundu. 

Lüle saçlı minik kız… İyi bakın etrafınıza, ondan hiç kaldı mı?
Kalplerimizin hiç büyümemesi, oyunlarımızın evcilikten öteye geçmemesi dileğiyle…
İyi hafta sonları!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder