17 Aralık 2010 Cuma

kış kokusu...

Bugün ilk pamuklar düştü gökyüzünden. Yılın lapa lapa yağan ilk karını biraz mola verip keyifle seyrettim. Bu çetin mevsimin en sevimlisi, onu en katlanılabilir kılanı ve İstanbul’un nadir ziyaretçisi olan beyaz kare, gerçekten karşısına geçip izlemeye değiyor her zaman. Hele bu taneler bir örtü olup tüm şehri kapladığında, bembeyaz manzaranın altında kalıyor tüm kötülükler. Tüm siyahlar beyaz oluyor, insanın kalbine doğru yol alıyor.

Kış zor mevsimdir, adam seçer, çelimsiz olanın, ince giyinip kendini sokaklara atının gözünün yaşına bakmaz. Sinirlendi mi gözü bir şey görmez, bir yandan yağmurunu çarpar suratımıza, diğer yandan soğuğunu. Arada bir keyfi yerine gelir de böyle karlarını döker işte üstümüze, rüzgarını dindirir. Rahat bir nefes alırız.

Etrafta insan görmek istemez fazla. O yüzden eser gürler ki hepimiz yuvamıza kaçalım. Hele beyaz örtüsünü örtmüşse üstümüze hiç bozulsun istemez. Baktı ki örtüsünden kartopu, kardan adam yapmaya başlıyoruz, hemen bir kat daha örtü serer. Bozmaya devam edersek sinirlenip ya güneş açar karları eritir ya buz keser her yanı dondurur. Böyledir işte kış ne yapalım; asidir, pek sevmez uzlaşmayı…

Hakkını da çok yemeyelim, biraz huyuna gidince çok tatlı olabilir kış. Birden bire sokaktan gelen yada sobada çıtırdayan kestane kokusu olur, tarçınlı salep kokusu olur, evde pişen çikolatalı kek kokusu olur, kar kokusu olur, dışarıdan sıcak evimize girdiğimizde içimize dolan huzur olur, hafta sonu erken kalkmayacağını, sıcacık yatağını terk etmeyeceğini bilmenin mutluluğu olur, battaniye altında okunan kitap olur. Bunlar biter, kartopu olur, kardan adam olur, melek olur, dumanlı nefes olur, kahkaha olur, elma yanak, ıslak eldiven olur. Soğuktan donmuş halde kendini attığın sıcak cafe olur, dumanı tüten çay, kahve ve nefis kurabiye olur. Uzun lafın kısası sen ne istersen o olur.

Kabul, eziyeti çoktur ama keyfi de bir başka olur.

Hepinize tatlı mı tatlı, pamuk gibi, keyif dolu bir hafta sonu diliyorum.

7 Aralık 2010 Salı

I found my love in Portofino…

(Dikkat:Yazıyı okurken şuracıktaki linkten şarkının da dinlenmesi şiddetle tavsiye olunur!)http://fizy.com/#q/i+found+my+love+in+portofino

I found my love in Portofino. Perchè nei sogni credo ancor…

Ne güzel bir şarkıdır. Başlar başlamaz esir alır beni ve kolay kolay da bırakmaz. Dilime pelesenk olur, tek anladığım “I found my love in Portofino” kısmını bozuk plak gibi söyler dururum. İtalyanca olan kısımları da (yani şarkının tümü diyebiliriz) hmm nmmm diye geçiştirir ya da bir şeyler uydurur ama ille de söylerim.

“Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” misali yakındır bana bu Portofino. İtalya’nın ortalama 500 kişi nüfuslu, mini mini bir balıkçı köyü olduğunu bilen de bilmeyen de; şarkının sözlerini bilen de benim gibi bilmeyen de, şarkı başlar başlamaz kaybolup gider Portofino’nun sokaklarında. Zaten Portofino’yu ya da şarkı sözlerini bilmek çok önemli değil. Zira mekandan ve sözden çok müzik ve Dalida’nın büyülü sesi esir ediyor insanı bu şarkıya. Öyle güçlü bir esaret ki bu, kasaba şarkıyı değil şarkı kasabayı meşhur etmiş ve zamana meydan okumayı da başarmış, bize kadar ulaşmış. Ne mutlu…

Maziden gelen bu şarkı, bende bir “kaçış” duygusu uyandırır ki sormayın gitsin! İşi gücü bırakıp, minik bir çantaya tiril tiril birkaç yazlık elbise atıp, bir sahil kasabasında soluğu almak gelir hep içimden. Ilık bir yaz akşamında, dalgaların sesinin dost muhabbetine karıştığı, kahkahaların mehtapla dans ettiği, içimizi üşütebilecek tek şeyin arada esen meltem olduğu bir kasaba… Yani benim Portofinom, benim hayalim…

Bence işte tam da bu yüzden bu kadar sevildi ve hiç unutulmadı bu şarkı. Çünkü herkes hayallerini eker böyle şarkılara ve her çaldığında meyvelerini toplar, her duyduğunda hayalleri tekrar tekrar yeşerir.

Anladığım tek yeri olan “I found my love in Portofino”yu, “I found my LIFE in Portofino” olarak değiştiriyor ve bir daha çalıyor, bir daha söylüyorum. Umarım hepimizin Portofino’ları bir gün gerçek olur…





10 Kasım 2010 Çarşamba

...biraz benden, biraz senden...

Sorgulamaktan çekinip susmak, bir kenar seçmek gerekiyor belki de bazen. Ama bunu başaramayanlardan biriydim her zaman ve sanırım hep böyle kalacağım.



Konuşup tartışmak güzel, tartışabilmek... Ama harfler büyüyüp sesler yükselince amacından da sapıyor insan... Bir sonuç, bir çözüm için çıkılan yolun sonu bir çıkmaz sokağa varıyor, duvarını tekmelemek istediğiniz...



Dar zamanları oluyor insanların, yavaş yavaş, usul usul konuşmaya vakit kalmıyor. Anlatmak istedikleriniz özetlenemeyecek kadar değerliyken, uzun uzun açmak gerekirken her cümleyi, konuşacak mecalinizin kalmadığını fark ediyorsunuz. Belki yılmayıp derin bir nefes alıyor ve başlıyorsunuz anlatmaya ama birşeyler çoktan yitip gitmiş, bir yerlerde ışıklar sönmüş... Aklınızda bir soru beliriyor; çok mu geç?



Sakin kalmayı becerebilse insan, herşey bir anda yumuşayıp kendiliğinden çözülecek belki... Buzlar eriyecek, mevsim yaz olacak. Dertler, sorunlar bir kenara atılıp mutluluğa daha çok yer açılacak...



İnsan, kendini insanda görmeli, kendinde değil. Ancak böyle dost oluruz aynalarla. Ben böyleyim demek kolay, yoldan geri dönmek kolay... Ben değil biz olmalı, sonuna kadar yürümeli; yoksa hayatın ne anlamı var?

30 Ekim 2010 Cumartesi

2046, aşk, yanlış, doğru

Bu aralar karışmaya hayli meyilli halet-i ruhiyeme tuz biber olan bir film izledim az önce; “2046”. Senaryosu ve yönetmenliği Wong Kar-Wai’ye ait olan film, yine Wai’nin “Aşk Zamanı” filminin bir nevi devamı niteliğindeymiş. “Aşk Zamanı”nı izlemediğim için mi bilinmez filmin bazı yerleri oturmadı ve kafam karıştıkça karıştı. Ama filmden bir şeyler toplanıp geldi ve bir hüzün bulutu olup çöktü üzerime… Belki kadın karakterlerin bakışları, belki müzikler, belki de yönetmenin detaycı gözü… 2046, farklı bir iz bıraktı bende… Not ediyorum. Bir daha izlenecek. Ama önce “Aşk Zamanı” izlenecek.

Filmin konusunu, mesajını falan bir kenara bırakıp bende uyandırdığı duygulara ve bana düşündürdüklerine bir bakalım.

‘Aşk içinde aşk, hayat içinde hayat’ diye özetleyebileceğim bu film, insan hayatının ne kadar değişken ve ne kadar anlamsız olabileceğini anlattı bana. Bir de insanın elindekilerin kıymetini bilmeden, görmeden nasıl fırlatıp attığını…

Başrol karakterimiz Chow Mowan bir yerde “Aşk zamanlama meselesidir. Doğru insanla çok erken ya da çok geç karşılaşmak fayda etmez” diyor. İşte tüm insanlık için acı bir gerçek daha! Biraz durup düşününce ilk bakışta klişe bir söylem gibi görünen bu lafın, aslında çok da doğru olduğunu anlıyor insan.

Aşık olmak çok kolay değil, her kalp çarpıntısı da aşk değil bence. Dolayısıyla hem gerçekten doğru insana aşık olmak hem de -hazin bir sonla bitmemesi için- bunun doğru zaman ve doğru şartlarda gerçekleşmesi ihtimalini düşündükçe 2046’daki karakterler için biraz daha sızlıyor kalbim… Belki de bizler için…

Bir yanlışın tüm doğruları götürebildiği, bazen de bir doğruyla devam edip giden yani bir nevi kavram karmaşası olan aşkın kuralı olmaz, aşk böyle kalıplara sokulmaz diyeceksiniz belki. Buna da yanlış demeye dilim varmıyor doğrusu…

Ama mutsuz sonla biten aşk hikayelerinin altından hep bir “yanlış” çıktığını gördükçe “doğru”lara daha bir dikkat kesiliyor sanki insan…

Karşılıksız aşklar, sevip de kavuşamayanlar, ona inanmadan kendini birden aşka bulanmış olarak bulanlar 2046’da buluşmuş. Bu kargaşanın içine karışarak aşk üstüne düşünmek ve düşüncede kaybolmak isteyen dostlarıma iyi seyirler.

10 Ekim 2010 Pazar

Tebessüm…

Bu aralar etrafımda hep somurtkan ve sinirli yüzler görüyorum. Kapıdaki kışın habercisi gri bulutlara mı atmalı suçu, yoksa kendimize mi dönüp bakmalı?

Mesela bugün, güzel bir günün ardından bir minibüse atlayıp evimin yolunu tutmuşken şoförümüz, bir bayan şoförün önüne dalarak kadını çileden çıkardı. Bu da yetmezmiş gibi minibüsten inip kadın şoföre el kaldırmaya kadar giden, kendine göre artistik, bize göre rezil hal ve hareketlere büründü.
Ne gerek vardı tüm bunlara? Kim, kimden, neyin hıncını çıkarıyordu?

Tüm bunlar yaşanacağına, sayın psikopat şoförümüz, hanım ablamızın önüne atlamasaydı. Ya da şeytana uyup atlasa bile elini, kafasını bağırmak için değil de özür dilemek için çıkarsaydı camdan. Böylece kimse gerilmeseydi ve minibüs şoförü gözümüzde “tı tı tı adam” değil de “efendi adam” olsaydı...

Benzeri bir sinir harbine iki hafta kadar önce yine bir minibüste şahit oldum. Biri oldukça küçük iki çocuğuyla minibüse binmiş bir amca, genç bir çocukla tartışıyor. “Tartışmak” yanlış kelime oldu; çocuğa bağırıyor, dikleniyor, “tutmayın lan beni” modunda burnundan soluyor. Konu nedir, amca neden bu kadar sinirli, paparayı yiyen genç çocuk dahil kimse anlamış değil… Ama amca durmuyor, bağırıyor da bağırıyor. Çocukları ağlıyor, büyük olan çocuk bir yandan da babasını sakinleştirmeye çalışıyor. “Ah ah!” diyorum ve az önceki şöyle değil de böyle yapsaydı şeklindeki cümlelerimi bile kurmuyorum artık…

Örnekleri çoğaltmak malesef mümkün. Benim gibi sizler de trafikte, sokakta, bankada, bir kuyrukta, orda, burada, şurada, her zaman, her yerde benzeri olaylara tanık olmuş, hatta olayların saçmalığına dayanamayıp bir son vermek adına dahil bile olmuşsunuzdur.

Minibüs camiasındaki ve diğer tüm camialardaki fevri davranışlar silsilesi böyle can sıkıcı bir şekilde uzayıp giderken ben yine bir insan oğlu sayesinde her şeyin özünün aslında basit, masum, ufak bir tebessümde saklı olduğunu anladım. Nasıl mı?

Geçenlerde gerekli ıvır zıvırlarımı almak için mahallemizin marketine gittiğimde, beni her zamanki gibi, market çalışanlarının sokaktaki insanları aratmayan somurtkan yüzleri karşıladı.
İsmi lazım değil öyle bir market ki, tüm çalışanların yüzünden düşen bin parça. Sanırsınız ki asli görev çalışmak değil surat asmak…

Neyse. Ben ihtiyaçlarımı sepetime atıp, yine “bir daha mecbur kalmadıkça buraya gelmeyeceğim” kararı almış ve kasaya yönelmişken bir de ne göreyim! Yüzünde bir tebessümle beni bekleyen kasiyer kız!!! O an, aniden içimde kaynayıveren insancıl duyguları da anlatmamın imkanı yok, çalışanlardan etkilenip beş karış olan suratımın yerine gelen ağzı kulaklarında yeni suratımı da… Aldıklarımı kasadan geçirdim –bu sırada bir iki defa daha tebessüm alışverişinde bulunduk- ve elimde poşetler mutlu-mesut, içimde kardeşlik çiçekleriyle evimin yolunu tuttum. Tüm bunların sebebi ise sadece bir tebessümdü… Aslında bu iş bu kadar kolaydı…

Ufak şeyler bazen mucizelere sebep olabiliyordu. Bu tebessüm, o tatlı kız bana bunu hatırlattı.

Ne dersiniz, biz de sen, ben derken tüm İstanbul’a öğretebilir miyiz bunu? Gözümüzü kulağımızı kötüye, çirkine kapatıp bir tebessümle onları bile aydınlatacak kadar güçlü bir ışık yayabilir miyiz?

Hepinize güzel bir hafta diliyorum dostlarım. Yüzünüzden tebessümler eksik olmasın…

19 Eylül 2010 Pazar

Mini mini birler, çalışkan ikiler…

Ne güzel yıllardı, ilkokul yılları…
Hala zaman zaman aklıma geldiğinde, bir yanında mutlaka bir tebessüm de getiren o yılların en güzeli ise hiç şüphesiz birinci sınıftı benim için…
Yedi yıldır annelerinin kanatları altında yaşayan miniklere, “Hadi bakalım çık oradan,” denir. Ama az da olsa insaf edilir ve ilk derse anneler de gelir…
Ağlayanlar, dokunsan ağlayacaklar, bir köşede sus pus kalanlar, bağırıp çağırıp herkese sataşanlar, bu çığırtkan tiplere diklenen, mazlumun hakkını koruyan, potansiyel kahramanlar… Küçük ölçekli bir toplum olduklarından habersiz, ilk ayrılığı, ilk yalnızlığı, ilk bireyliği tadan mini mini birler…

Eminim hepinizin bu “ilk” okul yıllarına dair bir çok anısı vardır. Biraz yoklasanıza…
Mesela bizim için bir klişe olan beslenme çantaları, suluklar, boyumuzdan büyük, rengarenk sırt çantaları, “ büyüyünce de giyer” hesabıyla alınmış hafiften dökümlü önlükler, kolalı yakalar, rugan ayakkabılar, beyaz çoraplar, beyaz saç tokaları, özellikle tırnak kontrollerinin olmazsa olmazı olan mendiller, öğretmenlerimizin hem sıra dayağı atmak hem de harita ya da tahtada bir şey göstermek amacıyla kullandıkları çok amaçlı sopalar… Sonra kokulu silgiler, ağzı tıka basa dolu kalemlikler, “Öğretmenim, kalemimi açabilir miyim?”, “Öğretmenim tuvalete gidebilir miyim?”ler, bu son soruyu sormaya erindiğinden geleni koyuveren sonra da gelecek beş yıl boyunca dalga konusu olup uzun yıllar bu utançla yaşayanlar… Beslenme çantalarının sabırsızlıkla açıldığı beslenme saatleri ve o saatlerde sınıfı kaplayan, haşlanmış yumurta, kaynamış sosis, peynir, zeytin ve ortalama 30 öğrenci nefesinin karışımından oluşan, o tarifi mümkün olmayan kokular ve daha neler neler…

Altı buçuk, yedi yıllık hayatın ilk dönüm noktasıdır birinci sınıf. Evdeki lale devrinin sona erdiği ve hayatın gerçekleriyle ufaktan karşılaşılmaya başlandığı nokta. Rekabetin ne olduğundan habersiz çocuk kalplerinin, okumayı söküp yakalarına kırmızı kurdele takanlardan olmak için fark etmeden birbirleriyle yarıştığı, kırmızı kurdelesine kavuşanların kasım kasım kasılarak, gerçekte minik, kendilerince dev adımlarla okul koridorlarını aheste aheste arşınladığı yıllar…
Anne babaların, “Falancanın oğlu okumayı sökmüş, bizimki hala aba-ebe,” diye dövünüp durduğu, çocukların başarılı olmaları için onlara şeker, çikolata, çiklet hatta bisiklet gibi bütçe uyarınca hediyelerin alındığı yıllar…

Şimdi bana “Hadi Emel, sil baştan tüm okulları bir daha okuyacaksın,” deseler, herhalde kalbim dayanmazdı buna ama ilkokul, özellikle de birinci sınıf yılları öyle sıcak, öyle güzel görünüyor ki uzaktan…

Hayata atılan minicik adımların her sene biraz daha büyümesi, büyüyerek bu günlere kadar gelmesi ne kadar büyük bir emek ve çaba aslında…

Sabahları işe giderken, önceden aynı okulda olduğum ya da okula beraber gidip geldiğim arkadaşlarımla karşılaşıyorum bazen. Eskiden, “Bugün Türkçe var mıydı, matematik ödevini yaptın mı, falanca sınava çalıştın mı?” diye uzayıp giden soruların yerini şimdi “Ne yapıyorsun, nerde çalışıyorsun, Cumartesileri çalışıyor musun, sigortanı yaptılar mı, memnun musun?” gibi sorular aldı.
Zaman bizi oradan aldı, buraya koydu. Bir varmış, bir yokmuşlu masallar gibi bir zamanlar var olan çocukluğumuz, bugün yok oldu… Çalışır, master yapar, tez yazar, iş arar, nişanlanır, evlenir olduk. Hatta kimimiz anne-baba adayı olup telaşlı ama tatlı bekleyişlere başladı…

Mini mini birler, çalışkan ikiler derken düşe kalka geldik, geliyoruz, geleceğiz bir yerlere. Ama umarım bu yolcuğumuzda, siması kaybolsa da, kalbini hep koruyabiliriz çocukluğumuzun…
Gün geçtikçe artan rekabet ortamına rağmen B harfini bir türlü yazamayan arkadaşımızın elinden tutarız, iki kere ikinin dört ettiğini çaktırmadan kulağına fısıldarız. Hayatımızı, beslenme çantamızın içindekiler gibi her zaman paylaşırız. Kıskançlıktan uzak, egodan habersiz, yağ ve balı sadece oyunlarda satan bir toplum oluruz…

Ne mutlu bana ki, bu söylediklerimin hepsini karşılıklı olarak gerçekleştirebildiğim dostlarım var hayatımda. Ama bazen insan gördükleri ve yaşadıkları yüzünden çileden çıkabiliyor; kötüye kötülükle karşılık vermeye kalkışıyor. Yine umuyorum ki biz, o insanlardan biri olmayacağız, en azından deneyeceğiz bunu…

Çocuk kalbinizin hiç mi hiç yaşlanmaması dileğiyle! Hepinize beslenme çantamdan birer kurabiye yolluyorum. Afiyet olsun.

12 Eylül 2010 Pazar

Menekşe Çıkmazı


Özenle dizilmiş taş plaklarının arasından itinayla çekip çıkardı Zeki Müren’in bir plağını. Boşa dönen gramofona yerleştirdi, iğnesini kontrol ettikten sonra yavaşça bıraktı plağın üzerine.

“Gençliğim şarap olsa, gözyaşım harap olsa, her günüm azap olsa, yine seni seveceğim,” diyordu Zeki Müren billur sesiyle. Neriman Teyze, şarkıya belli belirsiz eşlik ederek balkondaki masaya geri döndü. Az önce okşadığı fesleğenlerden yayılan kokuyla harmanlanarak yüzüne çarpan temiz havayı içine çekip arkasına da bir “oh” ekleyiverdi. Yıllardır oturduğu Menekşe Çıkmazı Sokak’a, sokaktan görünen denize sanki ilk defa görüyormuş gibi heyecanla baktı. Ardından elindeki yelpazeyi masanın üzerine bırakıp kahvaltısının son demi olan bol köpüklü türk kahvesini yudumladı.

Kahveyi onun sevdiği gibi yapmıştım. Az şekerli. Ve yudumladığı anda beğendiğini anladım. Kahveyi nasıl sevdiğini, her türlü hissinin yüzüne nasıl yansıdığını ve onunla ilgili daha birçok şeyi adım gibi iyi bilecek kadar uzun süredir tanıyordum onu. O kadar yakındım. Aile dostumuz Neriman Teyze’nin elinde büyümüştüm, ötesi var mı?

Çalışan bir anne babanın tek çocuğu olarak bakıcıya bırakılmaya kıyılamamış, anne babalar uzakta olduğu için onlara emanet edilememiş olan ben; biricik dost, abla, teyze, hatta benim için bazen anne olan Neriman’ın “Ben bakarım ayol! Ne olacak şuncacık çocuk” sözüyle yerimi bulmuştum. Tabi ben, bu sözleri o an idrak edemeyecek yaşta olduğum için bu ve bunun gibi benimle ilgili pek çok hikayeyi, bugün gibi her ayın üçüncü Cumartesisi Neriman’ıma kahvaltıya gittiğimde öğrenirdim.

Her zaman biraz balık etli olan Neriman’ım, her geçen yıl artan yaşına biraz da kilo eklemiş olmasına rağmen zevkli giyim tarzı, nostaljik elbiseleri, dudağındaki gülkurusu ruju ve hiç değişmeyen kadınsı parfümüyle hep güzel, hep alımlı kalmayı başarmıştı. Hiç unutmam bir gün, “Vücudu kadın gibi gösteren elbisedir elbise. Ne o üzerindeki rengi soluk kot? A, yırtığı da mı var onun?! Kızım, böyle giderse başıma kalacaksın sen benim,” demiş ve bir hışımla odasına gidip çoğu çiçek desenli genç kızlık elbiselerinden biriyle geri dönmüştü.
“Kalk bakayım! Çabuk giy şunu üstüne!”

Uykudan gözleri daha tam açılmamış olan ben, kahvaltı masasında öylece kala kalmıştım.
“Hadisene kızım! Bak hala duruyor!” deyip beni çekiştirerek masadan kaldırmış, elbiseyi üzerime tutuşturuvermişti.
İki dakika sonra üzerimde elbiseyle geri geldiğimde, bu sefer de zayıflığımdan –bana göre normal, ona göre çok az olan kilomdan- dert yanmış, “Ay, elbise elbise de içindeki kemik torbası mübarek. Kızım sen hiç mi yemek yemiyorsun anlamadım ki!” demişti.
Canım elbisesinin balık etli olmayan benim üzerimde süklüm püklüm durması sinirini bozduğundan olsa gerek Neriman’ımı ateş basmış, eli yelpazesine uzanmıştı. Usta bir hareketle, tek hamlede açıverdiği yelpazesini hızlı hızlı sallarken “Kadın dediğin balık etli olacak kızım. Bak elbise üstünde ağlıyor. Hem ne demişler: bir dirhem et, bin ayıp örter. Biraz büyük sözü dinleyin canım,” demişti.
O an, Neriman’ıma kilomun aslında günümüz şartlarında gayet normal olduğunu, balık etli bir yapım olmadığı için istesem de olamayacağımı, olsam bile bunun avantaj değil dezavantaj olduğunu, iş ilanlarında bile “fiziği düzgün” kelimesinin alakalı alakasız her ilana eklendiğini daha önce anlattığım gibi yine anlatabilirdim. Ama onun yerine masanın kenarında duran fularıma seri bir hareketle uzandım ve onu belime bağlayıp balkonun salona açılan büyük kapısından, onun bana öğrettiği gibi narince içeri yürüyüp salonda bir tur attım. Tur sonunda etrafımda şöyle bir dönüp Neriman’ımı kibarca selamladım.
Benden böyle bir performans beklemeyen Neriman, gözlerini üzerimden ayırmayıp elindeki tavus kuşu kuyruğu misali açılmış yelpazeyi yine usta bir hareketle kapatıp ritimli bir şekilde dizine vurarak “Vay, vay, vay, sende ne cevherler varmış kızım!” demişti, şen kahkahasını da sonuna ekleyerek. Ardından duvarda asılı duran siyah beyaz resme dönerek “Gördün mü Hulusi Bey, senin akıllı bıdık büyüdü de benim elbiseleri giyer oldu,” demişti. Sonra gözleri, Hulusi Amca’nın üzerindeki babasının resmine ve konsolun üzerinde duran çocuklarının resimlerine takılmış, neşesi sönmüş, babasının, eşinin, iki oğlunun fotoğraflarını bulutlu gözlerle seyretmişti.

Ara sıra bu sahneye şahit olsam da o an, her zamankinden fazla etkilenmiştim. Az önce attığım kahkahalardan geriye kalanlar boğazımda düğümlenmiş, ne yapacaklarını bilemez halde bekliyorlardı. İşte o an, benim için değeri çok büyük olan, Menekşe Çıkmazı Sokak’ta oturan ve hayatının neredeyse tamamını burada geçirmiş olan Neriman’ımın hikayesini yazmaya karar verdim.
Oturduğu sokağın kaderi belki de kendi kaderine yazılmış, çıkmaz sokaklarla dolu bir hayatın öyküsünü…
--------------------------------------

Güzel İzmir’in, güzel kızlarından biri olan Neriman’ın kalbine aşk ateşi şimdi bize çok erken gelen bir yaşta, 15’inde düşmüştü. Aslında henüz bir çocuk kalbine sahipti – onun değimiyle cahildi – ama bedeni yaşına göre erken serpilmiş, balık etli, göz alıcı bir güzel olmuştu.
Belki de annesini erken yaşta kaybettiği, babasıyla bir başına kaldığı için ayak uydurmuştu bedeni bu talihe, çabuk büyümüştü.
Kalbe düşen ateşin adı: Hulusi’ydi. Genç bir kaptan…

Neriman’ın babası Vedat Amca, sert mizaçlı bir adamdı. “Rahmetli, kaşlarını çattı mı gıkımızı bile çıkaramazdık,” derdi Neriman’ım babasından bahsederken.
Vedat Amca, kızının kalbine düşen ateşe de çatmıştı kaşlarını. Neriman çok direnmiş ama babasını yumuşatamamıştı.
“Kaptana verecek kızım yok benim! Hem okuyacaksın sen Neriman!” demişti. Ama Neriman öyle aşık yada öyle cahildi ki bir gece, Hulusi Kaptan’ın gemisinde gözünde yaşlar evine, babasına el sallarken bulmuştu kendini. Oysa ona karanlıkta el sallayan kimse yoktu. Gittiğinden kimsenin haberi yoktu..

İstanbul’a, Hulusi’nin tek göz evine geldiklerinde İzmir’deki kocaman evi gözünün önüne gelmiş ve gözyaşları yine akmıştı Neriman’ın. O an evini, babasını öyle özlemişti ki hemen geri dönmek istemişti. Ama Hulusi’nin ona bakan gözleriyle buluşunca… Gidememişti işte…

Hulusi Kaptan, bir ay sefere çıkmamıştı. Neriman her gün kapılarının çalacağının, babasının gelip onu alacağının korkusunu yaşamıştı. Öyle korkuyordu ki neredeyse her gece aynı kabusu görmüş, boncuk boncuk terlerle uyanmıştı.
Ama gelmemişti babası.

Bir ayın sonunda Hulusi istemeye istemeye çıkmıştı seferine. Bu sefer sadece Neriman’ın değil Hulusi’nin de gözlerinde vardı o yaşlar.
O gün Neriman 16’sına basmıştı. Resmi nikah için iki yıl daha beklemeleri gerekiyordu. “Belki de babam bulamamıştır beni. Ama mutlaka gelecek, gelecek” diye yüreği pır pır ediyordu Neriman’ın. Babasını karşısında bulduğunda yapacağı konuşma bile hazırdı, satır satır ezberindeydi. Ama önce sımsıkı sarılacaktı babasına. Onu itelese de, dövse de sarılacak, sadece sarılacaktı. Ne kadar da çok özlemişti…

Hulusi gideli iki gün olmuştu. Neriman, yalnız başına tek göz odaya sığamıyordu. Aklının yarısı Hulusi’de, yarısı babasındaydı.
En alt kattaki odanın camı sokağa bakıyordu. Ama Neriman pencereden her bakışında sokakta sadece tek bir şeyi görüyordu: telefon kulübesi… Evindeki pek çok eksikten biri de telefondu. Geldiği ilk günden beri babasını aramak istiyor ama cesaret edemiyordu. O gün de diğer günlerden farklı değildi.

Gece rüyasında simasını resimlerden tanıdığı annesini gördü. Annesinin gözünde de yaşlar vardı. Oluk oluk akıyorlardı. Neriman, kan ter içinde uyandı. İçini tarifsiz bir sıkıntı kapladı. Sabaha kadar ağladı ama geçmedi sıkıntısı. Sabah ilk işi telefon kulübesine doğru yürümek oldu. Elleri, ayakları buz kesmişti, bacakları tir tir titriyordu. Nihayet jetonu atıp numarayı çevirmeyi başardığında kalbi ağzında atıyordu. Adı gibi ezberlediği konuşması uçup gitmişti…
Telefon uzun uzun çaldı. Neriman’ın ümidi tam kesilmişken telefon açıldı. Neriman bayılacak gibi oldu ama karşıdan gelen “alo” sesinin bir kadına ait olduğunu anladığında heyecanının yerini şaşkınlık aldı.
Neden sona karşıdan tekrar tekrar “alo” diyen sesi tanıdı. Komşuları Şermin Teyzeydi. Ama bu saatte ne işi vardı evlerinde?

Heyecanı, korkusu, şaşkınlığı iç içe geçen Neriman “Merhaba Şermin Teyze, ben Neriman,” diyebildi sadece. Sesini kendi bile tanıyamamıştı. Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu.
“Şermin Teyze?”
“Buradayım!” Şermin Teyzenin sesi her zamankinden çok farklıydı. Çok soğuktu…
“Ben… babamla konuşacak…”
“Konuşamazsın kızım”
“Şermin Teyze, babamla…”
“Konuşamazsın çünkü konuşamıyor artık baban. Telefona da gelemiyor, yürüyemiyor. İnme indirdin adama inme!”

Neriman için zaman durmuştu. Beyni zonkluyor, kalbi göğüs kafesini yırtarcasına atıyordu. Söylenenleri anlayamıyordu. Yoksa bir rüyada mıydı? Evet evet bu bir kabustu. Birazdan uyanacaktı. Uyanmalıydı!
“Ne oldu sustun? Bırakıp giderken üzülmedin, düşünmedin adamcağızı da şimdi mi tuttu insanlığın?”
Hayır, bu bir kabus değildi! Şermin Teyze hala konuşuyor, her lafında ağzından öfke, nefret dökülüyordu.
Neriman’ın beyni uyuştu, bedeni uyuştu. Elindeki telefon ahizesi yüzlerce kilo kadar ağırlaştı. Eli ahizeyi, ayakları bedenini, beyni bu haberin yükünü daha fazla taşıyamadı…

Gözünü açtığında yine tek göz odadaydı. Yoksa gerçekten bir kabus muydu?
Başında beyaz önlüklü bir adam, orta yaşlı bir kadın gözünü açtığını fark edip ona bir şeyler sormaya başlamışlardı.
Gözyaşları bu sefer bedenini yakarak aktı Neriman’ın. Kabus değildi. Kulübede bayılınca komşusu görmüş, eczacı ile evine taşımışlardı. Neriman, ona acıyarak bakan iki çift gözün söylediklerini duymuyor, sadece “İzmir’e gitmeliyim! İzmir’e gitmeliyim!” diyip duruyordu.

Otobüse bindiğinde hala kendinde değildi Neriman. Sanki ruhu uçup gitmiş, bir tek bedeni kalmıştı. O da İzmir’e sürükleniyordu.

Baba evine gediğinde Şermin Teyze hala oradaydı. Yine bir şeyler söylüyordu. Neriman duymadı hiçbirini. Beynindeki uğultu tüm sesleri bastırıyordu. Sadece Şermin Teyze’nin ona tiksinerek bakan yüzünü algılayabildi.

Babasının odasına girdiğinde yatakta hareketsiz, sessiz yatan bir et yığınıyla karşılaştı. Yanına koştu, elini tuttu, hıçkıra hıçkıra ağladı. Babacım diye ağladı, babasına ağladı…
Çatık kaşlı Vedat Amca gitmiş yerine ifadesiz bir adam gelmişti. Sadece gözleri hareket eden, gözleriyle konuşan bir adam… O gözlerde de yaş vardı, akıp duruyordu.

Neriman, babasının gözlerine, ta içine baktı. Babası da onunkilere… Kim derdi ki o bakış bir babanın kızına son bakışı olacaktı. Kim derdi ki Vedat Amca, bu hallere düşecek, hayata böyle veda edecekti… Neriman o an, zamanı geri getirmek istedi. Böyle olacağını bilse hiç gider miydi? Cahil Neriman’ın, çocuk Neriman’ın masalında böyle bir olayın ihtimali dahi yoktu ki… Zamanında kalbine düşen ateş, şimdi tüm bedenini cayır cayır yakıyordu. Ve bu ateşi söndürmenin, bu olanları telafi etmenin bir yolu yoktu. Neriman, çıkmaz sokağının duvarlarına çaresizce çarpıp duruyordu.

İstanbul’a geri dönmedi Neriman. Babası artık burada olmasa da bir yerlerden onu görecekti. Huzur içinde uyuyacaktı…
Ama İzmir’de kalmak pek kolay değildi. Neriman, kendini eve hapsetmişti ama arada mecburen çıkması gerekiyordu. İşte o zaman yüzlerce göz, yüzlerce ağız ona kin, nefret okları atıyordu.

Bir gece, henüz daldığı uykusundan bir gümbürtüyle uyandı. Uzun zamandan beri ilk defa uyumayı başarabilmişti ama uykusu pek uzun sürmemişti. Derken bir ses daha geldi cam kırıklarıyla beraber. Evini taşlıyorlardı. Kırılan pencerelerden ses daha net geldi içeriye: “Git buradan!”
Daha birkaç ay öncesine kadar çok sevilen Neriman, artık istenmiyordu. Vedat Amca, sadece Neriman’ın değil mahallelinin de babasıydı. Babasını kaybeden mahalleli, hıncını Neriman’dan çıkarıyordu.
Derken gür bir ses duyuldu. Taşlar da, bağrışmalar da kesildi. Neriman, o gür sesi tanıyordu. Hulusi belirdi kapıda… Gözlerinin kızarıklığı ve şişliği dışarıdan eve vuran sokak lambasının ışığında bile belli oluyordu.
“Gidelim” dedi Hulusi. Neriman gitmek istemiyordu ama başka çaresi, başka kimsesi yoktu. Çıkmaz sokağından sürüdü bedenini. Geriye, her şeye sebep olan başlangıca doğru yol aldı…

--------------------------------------------

Üç yıl boyunca Hulusi’yle tek kelime konuşmadı Neriman. Yüzüne bakmadı. Tek göz odada ona hep sırtını döndü… Hulusi, hep anlayışlı, hep sevgi doluydu ama ruhunu kaybetmiş olan Neriman’ın yüzünde tek bir ifade bile belirmiyor, kalbinde ufacık bir kıvılcım bile olmuyordu.
Hulusi seferden her dönüşünde Neriman’a bir buket çiçek, bir de hediye getiriyordu. Çiçekler solup gidiyor, hediyelere el sürülmüyordu…
Bu halde dördüncü yıla doğru yaklaşırlarken bir sabah, Neriman gözünü açtığında koltuğun yanında oturan ve ona bakan Hulusi’yi gördü. Üç yıl aradan sonra ilk defa göz göze gelmişlerdi… Babasının gözlerindeki üzüntünün, acının aynısı asılıydı Hulusi’nin gözlerinde… Üç yıldır taşıyordu Hulusi bu acıyı. Ama Neriman ilk defa görüyordu.
Hulusi, Neriman’ın gözlerinin ta içine özlemle baktı. Neriman’ın gözerinden ılık ılık akan yaşları Hulusi’nin gözyaşları yalnız bırakmadı. Sarıldılar birbirlerine, sarılıp ağladılar. Hiç konuşmadan sadece ağladılar… Üç yıldır biriken tüm acılara, tüm ayrılıklara, tüm çaresizliklere ağladılar…

Tam üç yıldır sevdiği kadının ona, hayata dönmesini sabırla beklemişti Hulusi ve nihayet Neriman geri dönmüştü. O günden sonra Hulusi her zamanki gibi sevgiyle, şefkatle sardı Neriman’ın tüm yaralarını. Ve bitti denilen hayat, tekrar akmaya başladı…

Zamanında on altısında olduğu için kıyılamayan resmi nikahı kıydırdılar önce. Bir yıl sonra Neriman, karnındaki tekmeci ufaklıkla birlikte beklemeye başladı Hulusi’nin seferlerinden dönmesini.

Neden sonra baba evini tekrar ziyaret etme cesaretini buldu kendinde Neriman. Son gidişinden farklı olarak bu sefer onu suçlayan, aşağılayan gözler yoktu karşısında. Herkesin siniri sönmüş, muhakemeler yapılmış ve Neriman beraat ettirilmişti. Hele onu kucağındaki minik tatlı oğluyla görenler önce yaramazı sevmiş sonra dayanamayıp Neriman’ı kucaklamıştı.

İkinci yaramaz oğlan dünyaya geldiğinde Neriman ve Hulusi babadan kalanlar ve dişten tırnaktan arttırılanlarla benim şimdi balkonunda oturduğum ve kahve keyfi yaptığım evi alıp taşınmışlardı.
Hulusi, ilk oğlu için söylediği ismi yine söylemişti Neriman’a: Vedat… Ama Neriman yine kabul edememişti bu ismi. Yüreği dayanmazdı çünkü. Babacığı hep kalbinde, hep yanındaydı ama ismi bir köşede saklı durmalıydı. Zamanında hiç istemeden ona yaşattığı tarifi mümkün olmayan acılardan onu korumak kollamak istercesine adını saklı tutuyordu babasının. O isme kimse ulaşmasın, o isim bir tek babacığının olsundu. Çatık kaşlı, yufka yürekli babacığının… Aklına geldiğinde hala yüreğini paramparça eden Neriman’ın babacığının…


Baba hasreti akıp giden yıllara karışmış, Hulusi seferlere gitmiş, seferlerden dönmüş, çocuklar gözünün önünde gün be gün büyümüşlerdi. Çocuklarının okul telaşı, top koşturuşları, ilk aşkları, ilk dalaşları, ilk sarhoş oluşları, sigarayla yakalanışları, mezun oluşları, evlilik telaşları, yurtdışına gidişleri… Hepsi sanki bir günde olup bitmişçesine birbirinin kovalamış, Neriman ve Hulusi bir sabah, zamanında iki erkeğin sesiyle dolup taşan evlerinde en baştaki gibi iki başlarına kalmışlardı… Tek fark, eskiden bir fotoğrafın bile bulunmadığı tek göz odalarının yerine, şimdi başta Vedat Amca’nın fotoğrafı olmak üzere bir sürü fotoğrafla dolu salonlarında oturmalarıydı.

Hulusi de bu dünyadaki yolculuğunu tamamladığında Neriman bu sefer yalnız ağlamış, eşinin fotoğrafını, babacığının fotoğrafının hemen altına asmıştı…

Oğulları, her konuştuklarında, görüştüklerinde onu yanlarına çağırmışlardı ama Neriman hatıralarla yaşamayı seçmişti. Bir yanda babası bir yanda Hulusi vardı. Onları nasıl bırakabilirdi ki…
Bir de Hulusi’nin de çok sevdiği, kendi kızı yerine koyduğu, Hulusi’nin gidişinde Neriman’ı hayata bağlayan minik Emel vardı. Peki onu nasıl bırakırdı…
Zamanında bırakıp da gitmemesi gereken birini ardında bırakmış ve bunun dayanılmaz cezasını ömür boyunca çekmişti, çekiyordu. Tekrar aynı hataya düşer miydi…

Neriman, Menekşe Çıkmazı Sokak’ta anılarına sarıldı, Emele sarıldı, hayata sarıldı. İzmir’in kızı, İstanbul’un çıkmaz sokaklarından birinde hayatı için bir çıkış yolu arayıp durdu ve aradığını çocuk Emel’in yerli yersiz gülücüklerinde buldu…

------------------------------------------

Biten kahvaltı, içilen kahveler ve keyifli bir muhabbet derken vakit yine akşamüstünü bulmuş gitme vaktim yaklaşmıştı. Neriman’ım, omzuma hafifçe dokunup “Gidiyor musun kızım?” dedi. Gözleriyle “gitme,” der gibi bakarak… “Şimdi yalnız kalmak istemiyorum…”
Elimdeki çantayı usulca bıraktım yere. “Yok Neriman’ım,” dedim “daha değil…”

Balkondaki sandalyelerimize oturup günbatımında, Menekşe Çıkmazı’nda top koşturan küçük çocukları seyrettik. “Gol!” diye bağırdı içlerinden biri, biz de hem alkışladık hem de o miniğin tarifsiz sevincini imrenerek izledik…

27 Ağustos 2010 Cuma

Özgür ruhun çırpınışları…


Geçen sabah Gayrettepe’nin ara sokaklarından ofisime doğru yürürken alt kattaki, perdeleri geriye kadar açık olan eve gayri ihtiyari gözüm takıldı. İki yaşlı teyze, camın önüne koydukları masalarında bir yandan sohbet ediyor bir yandan şehrin yeni yeni uyandığı o saatlerde sokaklarından geçen misafirleri izliyorlardı. O an, onların ta eski dönemlerden kalmış, paha biçilemeyecek kadar değerli bir tabloyu andıran o huzurlu ve telaşsız hallerine o kadar özendim ki neredeyse gidip istifamı verecek ve teyzelerin kapılarını çalıp o tabloda yer almak için yalvaracaktım.

Sabahın köründe uygun adım marş işe giderken rastladığım bu bir anlık görüntü, elimden akıp giden günlerin değerini ve hayatın acı gerçeklerini bir çırpıda hatırlatmaya yetti de arttı bile… Şimdi, dedim kendi kendime, tam sekiz saat boyunca dört duvar arasında oturup çalışmaktansa önce denize nazır bir kahvaltı etsem, sonra Beyoğlu’nun kalabalığına karışsam, bu kadar Avrupa yeter diyip Çengel’e uzansam, Kanlıca’da yoğurt yesem… Akşamüstü eşe dosta uzansa elim, hepsini kocaman bir sofrada toplasam, o iki yaşlı teyze gibi günlük telaşlardan uzak, stressiz, sinirsiz olsak hepimiz. Bir yandan sohbet edip bir yandan yoldan geçen herkesi masamıza katsak… Büyüdükçe büyüsek, öyle sorunsuz, hesapsız, itiş kakışsız yaşasak, yaşayıp gitsek… Fena mı olurdu?

Bu hayallerin arasında fark etmeden ofise ulaştığımda ise bulutların arasından yüzeye çakılmış, çaresiz tüm bu güzelliklere veda etmiş ve acı gerçeklere kucak açıp çalışmaya başlamıştım. Çünkü insan çalışmalı, hayatını kazanmalı, yani bir yandan yaşanabilecek onca harikulade anı kaybederken bir yandan kazanmalıdır. Yapılacak tüm plan ve programını haftasonuna yada iş çıkışına saklamalı, sevdiği her yerin, haftaiçinin bir gündüz vakti nasıl olduğunu beyninden silmelidir. Çünkü insan, istediği anda istediği şeyi yapmamalı, makul olanı yapmalı, böylece her daim temkinli olarak riski en aza indirgemelidir.

Mesela şakır şakır yağan yağmurda sırılsıklam ıslanmak varken o fönlü saçını, ütülü kıyafetlerini, gideceği toplantıyı düşünüp şemsiyesini açmalı yağmurluğunu giymeli ve bu yağmurun haftasonu da böyle yağması için dua etmelidir. Ya da kızgın kumlardan serin sulara atlamak için elverişli olan koskoca üç hatta dört ayı görmezden gelip hepi topu yedi günü bozdurup bozdurup harcamalıdır. Yataktan hiç mi hiç çıkmak istemediği soğuk bir kış sabahı, sıcacık evinde oturup, cam kenarı, kitap, çay, kahve benimdir demektense bir savaşçı edasıyla, karanlıkta uyanma, buzda kayma, soğuktan mundar olma gibi tüm zorlukları aşarak işinin başında olmalıdır. İnsan, yaşamak için, hatta bu keyifleri yaşamak için, kendini çoktan adını para koyduğu değersiz değere mahkûm etmiştir. Şimdi benim gibi ne kadar, hayallere dalsa, ahlayıp vahlasa da boştur. Özürlüğünü çoktan satmıştır, geçmişler ola…

Tıpkı şuan olduğu bazen öyle çok gitmek istiyorum ki… Ama "nereye" diyor bana para, "bensiz nereye gidebilirsin, nasıl yaşayabilirsin?"

Neyse ki birkaç günlüğüne uzaklaşıyorum bu keşmekeşten. Tabi ki cebimde TL damgalı kağıt parçalarıyla... Acaba bir gün onları da tamamen terk etmeyi başarabilecek miyim?

Mini minnacık tatilinizin, geride hafızanıza sığmayacak kadar kocaman ve güzel anılar bırakması dileğiyle. İyi tatiller!

19 Ağustos 2010 Perşembe

ZamAN’ın farkında mısın?..




Tik tak, tik tak…

Zaman, dur durak bilmeden akıp geçmeyi ne kadar da iyi beceriyor. Tüm olup bitenler, yaşananlar bir bakmışsın yılların ardına saklanmış ama bir o kadar yakın hepsi, seslensen gelecek gibi...

Ne çok gün, ay, yıl bıraktık arkamızda… Bazen şen kahkahalarımızla inlettik onları, bazen gözyaşlarımızla ıslattık, bazen sessizliğimizle tükettik, bazen sesimizi yankılattık. Ama hiç geri dönemedik, biri iki edemedik…

Bir şeyler yaptık, bir şeyler yapmadık, bazı şeyleri ise yapamadık… Dur durak bilmeyen insan yarışında dosdoğru koştuğumuzu sanırken dolambaçlı yollarda bulduk kendimizi, çıkmaz sokaklarla karşılaştık.

Bazen de görünmez duvarları yıktık. Zafer ışığında yıkandık, arındık.
Ama ne “çok” şey yaptık… Ne çok yüz güldürdük, ne çok kalp kırdık, ne çok kırıldık… Ne “çok”, geride bıraktık…

İnsan yaşadıklarından ders çıkarırmış derler. Biz de öyle yaptık. Sütten ağzımız yanınca yoğurdu üfleyerek yedik. Yoğurt, buna bozuldu, tat alamaz olduk…

Kulağımıza küpe oldu nasihatler. Neyse kabul görüneni ona boyun eğdik. Sırtımızda bir yükle yaşamaya mahkum, kamburlar ordusuna katıldık.

Zaman geçti, her şey değişti. Sokaklar, evler, insanlar değişti. Biz değiştik. Doğrular yanlış oldu, yanlışlar doğru. İnanılanlar unutuldu, hatırlanmadı fazla bir şey.
Zaman yüzünü hiç gizlemedi bizden. Geçti, gitti ve yine geldi, değişti, değiştirdi…

Zaman çok bereketliydi. Akıp durdu ama hiç tükenmedi.
Zaman çok bereketsizdi. Akıp gitti ve bir daha hiç geri gelmedi.

Henüz zaman varken sevdiklerine sımsıkı sarıl, hayatı hafife al, hayatının tadını çıkar. En azından dene bunu!
Zaman, hatırlatmaz sana bunları, aksine unutturur.
Sen unutma, yenilme zamana!
Haydi, aç kollarını! Eşe, dosta ve hayata!

15 Ağustos 2010 Pazar

elma

Günlerden Pazar. Mutfak penceresinden görünen çocuk parkını seyre dalmışım. Mini mini bir kız çocuğu İstanbul’un sıcağına, nemine aldırmadan salıncaktan kaydırağa, kaydıraktan tahterevalliye koşturup duruyor. Bunların hepsini yaparken etrafındakilere gülücükler saçmayı da ihmal etmiyor. Hatta bir şeye binmek için beklediği kuyruklarda el ele tutuşmaya çalışıyor diğer çocuklarla. Ama diğer çocuklar onu görmezden geliyor sanki... Bizim miniğin gülümsemesi karşılıksız, uzanan elleri boş kalıyor. Tam o anda Nazım, bir beyitini fısıldayıveriyor kulağıma: “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” Bu çocuk, sanki şiirin bu mısralarından fırlamış gibi geliyor bana o an. O iki mısranın canlı hali gibi…

“Sizin beni sevip sevmemeniz, benimle oynayıp oynamamanız, bana gülümsememeniz, elimi tutmamanız umurumda bile değil! Ben sizi seviyorum ya önemli olan bu…” diyor sanki minik.

Tahir ile Zühre Meselesi oldu mu sana Minikle Emel’in Meselesi! O an, o sonsuz sevgi kaynağı miniğe o kadar özendim ki… Sevmeyi gerçekten bilen ve bir karşılık beklemeden, karşılıksız seven o minik, dünyanın en büyük, en değerli hazinesi değil de neydi?

Zamanla masal dünyasından çıkıp gerçek dünyayla tanışacak, bu gerçek ve kirli dünyadan istemese de nasibini alacak, gerçek hayatı yüzüne gözüne bulaşacak, sevmeyi tam ve tüm anlamlarıyla bilen kalbi körelecek olan bu çocuğu, bu hazineyi koruyup kollayabilmek için neler vermezdim. Ama kendimi bile bu erozyondan tamamen koruyamamışken onu…

Ben bu düşüncelerle melankoliye doğru uzanmışken minik, hala koşup gülümsüyor, ellerini uzatıyordu insanlara. Minik, bizim dünyamıza gelmeseydi de biz onun dünyasına gitsek, onun dünyasında kalsak ne güzel olurdu…

Ne yaptığının farkında mı bilmem ama aslında insanları olduğu gibi kabullenen, herkesi olduğu gibi seven bu çocuk için hayat ne kadar da kolaydı. Tek derdi sevmek ve eğlenmekti. Kendisiyle öylesine barışık olduğundan sevilmek pek umurunda değildi. O yüzden gülümsemesi hiç silinmiyordu yüzünden.
Ondan alınacak o kadar çok ders vardı ki…

Mesela ben, bugün dışarı daha sevgi dolu bir halde çıkacağım. Yolda yanlışlıkla çarpıştığım teyze ısrarla bana gülümsemese de ben ona gülümseyecek, beni baştan aşağı süzen bakışlara kızgın bakışlarla karşılık vermeyecek, yapmacık gülümsemeleri görmezden gelecek ve moralimi bozmayacak, verilen sözlerin tutulmamasına aldırmayacak, hak etmediğim davranışlara sinirlenmeyecek, beni olduğum gibi kabullenmek yerine bir kalıba sokmaya çalışanlara kızmayıp gülüp geçeceğim.

Yani bugün insanları olduğu gibi kabullenmeyi deneyeceğim. Bir de sevginin gücünün insanlara hala tesir edip etmediğini…

Belki sonunda budala derler, belki de takdir edip alkışlarlar beni. İlgilenmiyorum! Ben sadece o minik kız çocuğu için deneyeceğim bunların hepsini! Kulağımda Nazım’ın sesinden Tahir ile Zühre meselesi…


Tahir ile Zühre Meselesi
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Nazım Hikmet Ran

12 Ağustos 2010 Perşembe

ramazanım


Zaman, yıllar, su gibi akıp gidiyor gerçekten. Geçen yılki ramazan daha dün gibi aklımdayken bir de baktım yeniden gelmiş ramazan! Ne zaman geldin sen?

Çocukluğumdan beri çok severim ben bu ayı, başka bir huzur, başka bir mutluluk kaplar içimi, şehri. Ama bu yıl, bu güzel duygulara uzaktan bakıyorum sanki. Malumunuz üç yıl önce olduğum böbrek ameliyatından sonra böyle uzun soluklu susuz kalmaları sevgili doktorum kaşlarını çata çata yasakladı bana. Yani oruç tutamıyorum. Belki o yüzden tam içine giremiyorum ramazan ruhunun. Bir de gün geçtikçe değerlerimizi yitirdiğimizi düşündürüyor bana şahit olduklarım. Ki sanırım bu ruhu en çok bu düşünce yok ediyor.

Tabi ki kimse oruç tutmak ya da tutmamak zorunda değil. Herkes özgür, dileğini yapar, dileği gibi yaşar vs. bunları tartışmıyorum. Ama bizim bir özelliğimiz var ya hani adı “saygı” olan, işte onu göstermesini bir öğrenemedik gitti!

Öğle yemeklerini ofis dışında yiyorum. Bugün mesela yemeğe giderken yolda bir kadının kana kana su içtiğini gördüm. Yani, ablacım ne gerek var. Biraz sabretsen, gidip evinde ya da gireceğin kafede içsen ya da yolun orta yerinde değil de biraz köşede içsen olmaz mı? O suyu daha saatlerce içemeyecek olan bir sürü insan gördü seni, hoş çoğunun canı bile istememiştir ama hepsi de biraz saygıyı hak etmiyor mu? Kış aylarında da çok olurdu böyle gördüğüm yolda yiyip içen insanları. O zamanlar bir nebze anlıyordum. İnsanlar tutmuyorsa niye yemesinler falan diye hoşgörüye vuruyordum ama şu sıcaklar tepemize çıkmışken sokak ortasında lıkır lıkır su içmek de protesto gibi geliyor açıkçası…

Değerler yanlış anlaşılıyor ya da birbirine karıştırılıyor gibi geliyor bazen. Oruç tutan şöyledir, tutmayan böyledir, bu sağdan yürüyor, bu soldan, bu ortadan, bu evet der, bu hayır… Etrafta birbirine şüpheyle, kınamayla bakan gözler. Ne oluyor böyle bize? Nerde kimliğine bakmaksızın her iftarda bir fakiri, bir yolcuyu doyuran geniş yürekli aileler, nerde iftarını yolda açıp birbirlerine hurma, zeytin verenler, mütevazı ama kocaman kalabalık sofralar, iftardan sahura kadar süren bol kahkahalı muhabbetler…

Derdimiz, tasamız, daha iyi bir iş, daha çok para, daha iyi bir ev, araba, yat, kat oldukça ya da işsizlik arttıkça, aman güzel iş buldum kaybetmeyeyim dedikçe velhasıl keyfiyen yada mecburen dünya işlerinin içine gömüldükçe ruhumuzu da biraz daha gömüyoruz aslında derinlere. Ve günlük koşuşturmacının, hırslarımızın arasında tüm insanlığımız da yavaş yavaş yitip gidiyor. Mekanikleşen hayatlarda, mekanik müzikler ve mekanik eğlenceler içinde mekanik gülümsemeler takınanlar arasına bir yüz daha katılıyor her gün. Hoşgörü, saygı kül olup uçuyor. Geriye kalanlarsa tuzsuz yemek tadı veriyor.

Bu ramazanda tüm sofralarınızın bol muhabbetli, tüm yemeklerinizin bol tuzlu olması dileğiyle…

29 Temmuz 2010 Perşembe

Sorular?!?

Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi üzerine sürekli planlar yapıp durduğum hayatımdan geriye ne kadar kaldığını bilmek istiyorum bazen. Bunun sağlıklı bir seçim olmadığını bilsem bile… Sağ kolumun üstüne yatmış sol elimle bir şeyler karalıyorum. Sağ kolum daha kaç kere uyuşacak böyle? Sol elim daha kaç harf yazacak?

Annemi, babamı kaç kere öpebileceğim?
Kaç ilkbahar göreceğim?
Kaç sonbaharda kuru yapraklar çıtırdayacak ayaklarımın altında?
Bir akşamüstü dalgaların sesi beni kaç kere ninni gibi uyutacak?
Kaç kartopu savaşım olacak, kaç kardan adamım?
Kaç kere göreceğim sevdiğim adamı?
Kaç şehir, kaç ülke göreceğim?
Kaç keyifli muhabbet bekliyor beni arkadaşlarımla, ablamla, hani şöyle geceyi sabaha bağlayanlarından…
Kaç kere geçecek bu soruların hepsi tekrar tekrar kafamdan?
Bilmiyorum…
Bazen bilmeyi çok istesem de bilmiyorum ve iyi ki de bilmiyorum aslında.
Ama arada düşünmek iyi geliyor. Sağlığın kıymetini hastalıkta, sevdiklerinin kıymetini ayrılıkta anlamak gibi daha “kıymet bilir” yapıyor insanı düşünmek.
Yokluğumu ya da yokluğu düşünerek “vara” daha sıkı sarılmam gerektiğini anlıyorum.
Bir de varken kıymet bilmenin gerektiğini…

bir şarkı

Karasızlıkla küçülen adımlarım, zifiri karanlığı deldiğinde,
Ağırlaşan gözyaşlarım, kalbimin içine sızdığında,
Aydınlığa hasret gözlerim, yalnızlığa dalıp gittiğinde,
Geleceğe kaçmak isteyen ruhum, bugüne çakılıp kaldığında,
Bir şarkı gelir aklıma, sessice mırıldanırım.
Kurtuluşum o şarkıda saklıymış gibi.
O şarkı, hiç bitmeyecekmiş gibi.

15 Temmuz 2010 Perşembe

…toprak…

Bir nefes daha çekti sigarasından. Düşünceliydi. Yanında duran kahve fincanını unutmuş, uzaklara dalıp gitmişti. Ne düşündüğünü tahmin etmek pek kolay değildi. Derdini, tasasını anlatmayı pek sevmez, susup içine atar, toprağına gömerdi. Göz göze geldiğimizde masum gülümsemesi yüzüne yerleşir, aydınlanır ve toprağımın içine değil üzerindekilere bak derdi sanki. Ne güzel bir bahçe değil mi?
Hepimiz öyle değil miydik? Dışarıdan bakıldığında bir bahçe gibi…
Kimi güllerle bezeli, kiminde papatyadan halılar, kimi sarmaşıklarla kaplı, kiminde dikenli teller. Ama hepimizin özü, geldiğimiz yer aynıydı. Toprak…
Aynı renk, aynı şekil, hatta aynı kokular… Gömerdik her şeyimizi ona. Tüm acıları, sevinçleri, hüznü, nefreti, kazanılanları, kaybedilenleri, varı yoğu gömerdik. Görülmesinler diye mi, çiçeklerimiz gölgelenmesin ya da onlarla beslenip daha canlı olsunlar diye mi gömerdik; yoksa sadece elinde sonunda gideceğimiz yer olduğu için, sırf bunu anlamak için mi bilmiyorum ama gömerdik işte. Bıkmadan, usanmadan…

Soğumaya yüz tutan kahvesini nihayet fark etti. Sorun değildi. Zaten o da ılık severdi kahveyi. Koca bir yudum aldı ve yumdu gözlerini. Dünyaya geri dönmek, uzandığı toprağından kalkmak için hazırlanır gibiydi. Nihayet açıldı gözleri, masanın üzerinde duran sigarasına baktı. Diğerini az önce söndürmüştü ama bunu da bekletmeye pek niyeti yok gibiydi. İnce, uzun parmaklarıyla uzandı sigaraya, bir o yana bir bu yana çevirdi, inceledi. Sanki ilk kez görüyor gibi… İkinci denemede yanan çakmağın ateşiyle buluştu sigara, duman sessiz bir yolculukla burun derinlerine ulaştı ve sonsuzlukta yitip gitti. Ebedi bir gidiş değildi bu. Nasılsa dönüp dolaşıp toprağına gelecekti.

Onu sessizce “dinlememin” takdirini hak ettiğimi düşünür gibi baktı bana, sevecen ve masum gülümsemesiyle. “Ee?” dedi. “Anlat bakalım. Nasıl gidiyor hayat?”
Hava iyice kararmış, aydınlıkta cıvıl cıvıl olan sokaktan tek tük ses kırıntıları gelir olmuştu. Sahi nasıl gidiyordu hayat? Hayat gidiyor muydu, yoksa o duruyor ve biz onun etrafında bitmez tükenmez daireler mi çiziyorduk?
Düşünceli halimden sıyrılmama yardım etsin diye olduğum yerde hafifçe silkindim. “Aynı” dedim. “Bir değişiklik yok. Sen nasılsın?”
Soruyu sorduğum anda sigarasının son nefesini çekiyordu içine. Sağ gözü kısıldı, yüzü gerildi. Bu ifadeyi bozmadan söndürdü sigarasını. Cevap sırasının ona gelmesinden mi, sigarasının dumanından mı ya da paketteki son sigarasını da içmiş olduğundan mıydı bu ifade? Çözemedim…
Neden sonra cevap vermeye hazırlanarak. “Bilmem” dedi. “Sanırım aynı benimki de. Bir değişiklik yok.” Son cümlesini söylerken ellerini iki yana açıp omuzlarını hafifçe yukarı kaldırdı. Yüzünde beliren muzip gülümseme ağzının kenarındaki ince 30 yaş çizgilerini belirginleştirdi.
Sahi ne güzel bir kadındı teyzem. Duru güzelliği yıllandıkça daha da arınıyor, yüzündeki çizgiler bir sanat eserinin darbeleri gibi onu belirginleştiriyor, bu güzelliği ustalaştırıyordu.
Haftanın bir günü mutlaka onda kalırdım. Her zaman böyle sessiz değildi “konuşmalarımız”. Birçok uykusuz geceyi geride bırakmış, birçok kez güneşin dünyayı selamlamasını seyretmiştik beraber. Yaş 35 yolun yarısı ediyorsa gerçekten, şimdi yolunu yarılamış olan teyzem, hayatımdaki en değerli insanlardan biri ve şüphesiz yegâne sığınağımdı.
Benim biran önce sahip olmak istediğim altın halkayı parmağına hiç geçirmemiş, hiç kimseyle bir yastıkta kocamamış bir kadındı o. Ben hariç herkes, onun neşeli, sıcak tarafını bilirdi. Bu da aramızdaki kopmaz bağın en sağlam kısmı olmalıydı.
Teyzem, en yakın sırdaşım, dert ortağımdı. Erkekler içinse ulaşılmaz bir kadındı. Karşısındakini güneş gibi ısıtıp aydınlatabilen kalbini, buzdağının arkasına gizlerdi. Belki o yüzden hem çok cazip, hem de bir o kadar ulaşılmazdı. Ya da o buz dağını aşabilecek bir yiğit yoktu ortalıkta.
Birilerini sevmeyi denediyse de aşk kapısını sadece bir kez çalmıştı. Bu konuda pek konuşmak istemese de ısrarlı sorularım karşısında bazen pes eder ve birkaç anısını paylaşırdı benimle. Anılarının kahramanı ise her zaman “O” olurdu.

Hayatın ironisine alışmış bir kadındı teyzem. En acılı hikâyede bile insanı güldürecek bir şey bulurdu. “O”nunla ilgili hikâyelerinde bile başarırdı bunu... İkimizin de gözlerinden dışarıya kaçmak isteyen yaşları, her seferinde olmasa da çoğu zaman bu ironiyle yakalayıp geri göndermeyi başarırdı.
Hala hayatta olduğunu bilmesine rağmen “benim rahmetli” diye bahsederdi ondan. Bunun sebebini anlamak güç değildi. Sadece toprağına gömmüştü onu. Bir daha asla unutamayacağı tek aşkını oraya saklamış, herkesten gizlemiş, gizli gizli sevmişti, seviyordu.
“O”ndan ayrılıp yurtdışına gitmek, hayatının en büyük hatasıydı. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum ve bayramlarda, yılbaşlarında gelen kartpostallardan, gönderilen fotoğraflardan ve ayda yılda bir yapılan telefon konuşmalarından tanırdım teyzemi. “O”nunla olamayacağını düşünüp ondan uzağa, yurtdışına kaçan teyzem, onsuz olamayacağını anlayıp geri döndüğünde artık çok geçti. Çünkü “O”, bir koca, çiçeği burnunda bir babaydı artık.
Ve “O” rahmetli olmuştu. Teyzemin rahmetlisi…
Annemin ve ananemin ısrarları üzerine burada kalmıştı teyzem ama hayatına hiç kimseyi almamaya yemin etmişti sanki. Bu kararla kendini mi cezalandırıyordu yoksa zaten bundan başkası yapılamaz mıydı bilemiyorum. Annemin ve ananemin “Bak çok düzgün çocuk…” kelimeleriyle başlayan cümleleri hiç sonuç vermemiş, hepsi noktasız kalmış, asla tam bir cümle olamamıştı.
Zamanla herkes alıştı bu duruma, herkes kabullendi. Herkes teyzemle ilgili hayallerini toprağa gömdü ve üzerine ektikleri çiçeklere bakmaya başladı.

Uzun süren sessizliği bozmaya karar veren teyzemin dudaklarından “Onu çok özledim” kelimeleri dökülüverdi. Birkaç gözyaşı da eşlik etti bu kelimelere.
İlk defa yapıyordu bunu. En yakınım olan bu kadın, bu gece kendi duygularını çözdükçe, gerçekleri eşeleyip gün ışığına çıkardıkça, kopmaz bağlarımızı biraz daha sağlamlaştırmıştı.
“Hayatta asla geri dönemediğim, telafi edemediğim tek hatam o. Hayatımı ters düz eden tek hata!” dedi. Gözyaşları hızlanmış, gözleri etrafta bir mendil arar olmuştu. Ona bir mendil verdim. Elimden sadece bu gelmişti o an. Afallamıştım. Teyzemi ilk defa böyle: bu kadar üzgün, bu kadar çaresiz görüyordum. Kaç katmanı vardı bu kadının? Onu tanıdığımı, gerçekten tanıdığımı düşünürken şimdi karşımda çaresizce ağlayan kadın, dünyanın en yabancı insanıydı.
Teyzem, canım teyzem, toprağının altında yıllarca duran sevgilisini tırnaklarıyla kazıyarak çıkarmış, ona, kendisine ağlıyordu. Durmaksızın, çaresizce…
“Hata yapmamak için kaçtığım şey aslında gerçeğin ta kendisiymiş. O benim tek gerçeğimmiş. Ne kadar da aptalmışım” dedi. “Onu kaybettim.”
Yanaklarımın ıslandığını hissettim. Kendim için de bir mendil bulmanın zamanı gelmişti.
Teyzem, toprağa bulanmış sevgilisine daha sıkı sarıldı. Üstü başı çamur içinde, kendiyle yüzleşti, gerçeği çıkardı gün ışığına.
Bense hiç unutamayacağım bir sahneye tanık olmanın şaşkınlığı, dayanılmaz hüznü ve çaresizliğiyle vurgun yemiş, sadece izlemiş, arada acemi bir iki laf edebilmiştim.

Bir kere daha gecenin gündüze teslim oluşuna, güneşin zaferine şahit olmuştuk. Gün ışığında teyzemin gözlerinin şişliği daha belirgindi. Gözyaşları ise terk etmişti onu. Ya da tükenmişlerdi. Sakin ve dingin, bir o kadar da yorgun ve üzgün görünüyordu.
Sevdiği adamı bir kere daha çaresizce toprağa vermek çok kolay olmasa gerekti.

Öğleden sonra beni uğurlarken üst katmanlarına çıkmıştı yine. Hatta beni güldürmeyi bile başarmıştı. Ama gözlerinde bir fark vardı. Bir karar, tahmin edemediğim ya da etmeye korktuğum bir şey…

Bir hafta sonra bizim evdeki klasik aile yemeğimizde teyzem, tatil için yurtdışına çıkacağını söyledi, gözlerini benden kaçırarak. Havaalanına kimse gelmesindi, zaten kısa süre sonra dönecekti. Ona karşı çıkmanın yersiz olduğunu herkes öğrenmişti artık. Hem nasılsa yakında geri gelecekti…

Havaalanında beni karşısında görünce pek şaşırmadı. Muzip bir gülümseme vardı yine yüzünde, biliyordum der gibi baktı.
Uzun uzun sarılıp vedalaştık. Gözü parmağımdaki nişan yüzüğüne takıldı ve ışıltıyla önce bana sonra nişanlıma baktı. “Aferin, bana çekmemişsin. Yakışıklı, sen de şanslı adamsın, kıymetini bil!” dedi. Gülüştük. “Hayatınızı yaşayın.” dedi sonra. Ne demek istediğini çok iyi biliyordum.
30’lu yaşlarındaki bu yalnız kadın, son bir kez bize dönüp el salladığında artık tamamen emindim: Bu kısa bir tatil değildi. Teyzem, bir daha geri dönmeyecekti. Denemiş ama olmamıştı. Artık dönemezdi, ne de olsa çoktan dönülmez bir yola girmişti.
Bir elimi ona sallarken diğer elimle sevdiğim adamın elini biraz daha sıktım.
“Teyzen düğünümüzde burada olacak değil mi? Onsuz olmaz biliyorsun.” dedi sevgilim.
“Tabi” dedim. “Burada olacak.” Olmayacağını bilsem de…

Ve dua ettim teyzem için: Toprağıyla barışabilsin, onda yeni bir filiz yeşertebilsin diye.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Metrobüs Savaşları

Kalabalık, gergin bir bekleyiş içinde,
0 uzaktan hızla geliyor.
Kalabalıkta bir kıpırdanma,
kapılar açılıyor.
Kalabalık, birbirinin üzerine çullanıp
içeriye hücum ediyor.
Bir kadın yere kapaklanıyor.
"Önemli değil" diyor kalabalık,
"Boşver düşsün!"
"Sen konsantrasyonunu bozma, zafere odaklan..."

Kapılar kapanıyor.
Kalabalığın bir kısmı dışarıda, bir kısmı içeride,
Zaferi kazananlar koltuklarında kurulmuş...

Hoş geldiniz, burası XXI. yy, burası Metrobüs Savaşları Meydanı.

Yaklaşık dört aydır sabah-akşam metrobüs kullanaların arasındayım. Daha öncesinde de bindim tabi ve bu yazıyı yazmak birçok defa aklımdan geçti. Ama rutin metrobüs kullanıcısı olmaya başladıktan ve gözümün önünde düşen kadıncağıza yardım etmek yerine neredeyse çiğneyip geçen insanlık dramına şahit olduktan sonra bu yazıyı yazmak artık benim için bir görevdi.

Yurdum insanının her an, her yere koşturan, aceleci bir yönünün olduğuna hepimiz şahit olmuşuzdur. Otobüs kuyruklarını hatırlayın... Otobüsün ön kapısı açıldığı anda kuyruğun en sonundaki amcanın bir önündekini itmesiyle başlayan dalgalanma size de pek yabancı olmasa gerek. İşte bu aceleciliğin ve bana göre hoşgörüsüzlüğün, bencilliğin, insanlığını yitirmenin son noktasını her sabah ve akşam metrobüs duraklarında gözlemlemeniz mümkün.
Her şey iyi hoş da, anlamadığım bir şey var. Nedir bu acele?! Acele etmesek... Kapılar açıldığında biribimizi itip kakmasak da normal bir tempoda binsek... Biribirimizin kucaklarına oturmasak da kendi yerlerimize otursak... Fena mı olurdu?
Böyle durumlarda acele etmenin anlamı yok. Yavaş çekimde de herkes zafere ulaşabilir.

Şimdi bana, "Bu kadar eleştirdin de sen nasıl bir metrobüs kullanıcısısın?" diye sorarlar. Acı itiraflar bölümüne gelelim o zaman.

Başlarda inanın çok direndim, sükunetimi ve sakin tavrımı korudum, hiç acele etmedim, kuğu gibi süzüleyim dedim. Ama böyle yaptığımda sıranın en önünde olmama rağmen ya binemedim, ya da insan seline kapılıp binmeyi başardım ama oturamadım. Yani iyi savaştım ama zafer benim olmadı...
Şimdi daha seri ve atak bir metrobüs kullanıcısıyım ama itiş kakış, kucağa oturma gibi evlerimi tamamlamadım, tamamlamayacağım!

Evet metrobüs, aslında seni seviyorum haksızlık etmeyeyin. Beni trafikten kurtarıyor, şip şak karşıya geçiriyorsun ama sana binen insanlarla, ki aralarında ben de varım, aram pek iyi değil maalesef.

Orhan Veli, çok sevdiğim İstanbul'u Dinliyorum şiirini, şehrin bu anlarına şahit olsaydı şöyle yazar mıydı dersiniz?

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Uzaklardan, çok uzakalrdan bir metrobüs geliyor
Bir kadının koltuğa değiyor poposu
Bir "oh" çekiyor sevinçle
Zaferi kazandığından olmalı
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı...