29 Temmuz 2010 Perşembe

Sorular?!?

Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi üzerine sürekli planlar yapıp durduğum hayatımdan geriye ne kadar kaldığını bilmek istiyorum bazen. Bunun sağlıklı bir seçim olmadığını bilsem bile… Sağ kolumun üstüne yatmış sol elimle bir şeyler karalıyorum. Sağ kolum daha kaç kere uyuşacak böyle? Sol elim daha kaç harf yazacak?

Annemi, babamı kaç kere öpebileceğim?
Kaç ilkbahar göreceğim?
Kaç sonbaharda kuru yapraklar çıtırdayacak ayaklarımın altında?
Bir akşamüstü dalgaların sesi beni kaç kere ninni gibi uyutacak?
Kaç kartopu savaşım olacak, kaç kardan adamım?
Kaç kere göreceğim sevdiğim adamı?
Kaç şehir, kaç ülke göreceğim?
Kaç keyifli muhabbet bekliyor beni arkadaşlarımla, ablamla, hani şöyle geceyi sabaha bağlayanlarından…
Kaç kere geçecek bu soruların hepsi tekrar tekrar kafamdan?
Bilmiyorum…
Bazen bilmeyi çok istesem de bilmiyorum ve iyi ki de bilmiyorum aslında.
Ama arada düşünmek iyi geliyor. Sağlığın kıymetini hastalıkta, sevdiklerinin kıymetini ayrılıkta anlamak gibi daha “kıymet bilir” yapıyor insanı düşünmek.
Yokluğumu ya da yokluğu düşünerek “vara” daha sıkı sarılmam gerektiğini anlıyorum.
Bir de varken kıymet bilmenin gerektiğini…

bir şarkı

Karasızlıkla küçülen adımlarım, zifiri karanlığı deldiğinde,
Ağırlaşan gözyaşlarım, kalbimin içine sızdığında,
Aydınlığa hasret gözlerim, yalnızlığa dalıp gittiğinde,
Geleceğe kaçmak isteyen ruhum, bugüne çakılıp kaldığında,
Bir şarkı gelir aklıma, sessice mırıldanırım.
Kurtuluşum o şarkıda saklıymış gibi.
O şarkı, hiç bitmeyecekmiş gibi.

15 Temmuz 2010 Perşembe

…toprak…

Bir nefes daha çekti sigarasından. Düşünceliydi. Yanında duran kahve fincanını unutmuş, uzaklara dalıp gitmişti. Ne düşündüğünü tahmin etmek pek kolay değildi. Derdini, tasasını anlatmayı pek sevmez, susup içine atar, toprağına gömerdi. Göz göze geldiğimizde masum gülümsemesi yüzüne yerleşir, aydınlanır ve toprağımın içine değil üzerindekilere bak derdi sanki. Ne güzel bir bahçe değil mi?
Hepimiz öyle değil miydik? Dışarıdan bakıldığında bir bahçe gibi…
Kimi güllerle bezeli, kiminde papatyadan halılar, kimi sarmaşıklarla kaplı, kiminde dikenli teller. Ama hepimizin özü, geldiğimiz yer aynıydı. Toprak…
Aynı renk, aynı şekil, hatta aynı kokular… Gömerdik her şeyimizi ona. Tüm acıları, sevinçleri, hüznü, nefreti, kazanılanları, kaybedilenleri, varı yoğu gömerdik. Görülmesinler diye mi, çiçeklerimiz gölgelenmesin ya da onlarla beslenip daha canlı olsunlar diye mi gömerdik; yoksa sadece elinde sonunda gideceğimiz yer olduğu için, sırf bunu anlamak için mi bilmiyorum ama gömerdik işte. Bıkmadan, usanmadan…

Soğumaya yüz tutan kahvesini nihayet fark etti. Sorun değildi. Zaten o da ılık severdi kahveyi. Koca bir yudum aldı ve yumdu gözlerini. Dünyaya geri dönmek, uzandığı toprağından kalkmak için hazırlanır gibiydi. Nihayet açıldı gözleri, masanın üzerinde duran sigarasına baktı. Diğerini az önce söndürmüştü ama bunu da bekletmeye pek niyeti yok gibiydi. İnce, uzun parmaklarıyla uzandı sigaraya, bir o yana bir bu yana çevirdi, inceledi. Sanki ilk kez görüyor gibi… İkinci denemede yanan çakmağın ateşiyle buluştu sigara, duman sessiz bir yolculukla burun derinlerine ulaştı ve sonsuzlukta yitip gitti. Ebedi bir gidiş değildi bu. Nasılsa dönüp dolaşıp toprağına gelecekti.

Onu sessizce “dinlememin” takdirini hak ettiğimi düşünür gibi baktı bana, sevecen ve masum gülümsemesiyle. “Ee?” dedi. “Anlat bakalım. Nasıl gidiyor hayat?”
Hava iyice kararmış, aydınlıkta cıvıl cıvıl olan sokaktan tek tük ses kırıntıları gelir olmuştu. Sahi nasıl gidiyordu hayat? Hayat gidiyor muydu, yoksa o duruyor ve biz onun etrafında bitmez tükenmez daireler mi çiziyorduk?
Düşünceli halimden sıyrılmama yardım etsin diye olduğum yerde hafifçe silkindim. “Aynı” dedim. “Bir değişiklik yok. Sen nasılsın?”
Soruyu sorduğum anda sigarasının son nefesini çekiyordu içine. Sağ gözü kısıldı, yüzü gerildi. Bu ifadeyi bozmadan söndürdü sigarasını. Cevap sırasının ona gelmesinden mi, sigarasının dumanından mı ya da paketteki son sigarasını da içmiş olduğundan mıydı bu ifade? Çözemedim…
Neden sonra cevap vermeye hazırlanarak. “Bilmem” dedi. “Sanırım aynı benimki de. Bir değişiklik yok.” Son cümlesini söylerken ellerini iki yana açıp omuzlarını hafifçe yukarı kaldırdı. Yüzünde beliren muzip gülümseme ağzının kenarındaki ince 30 yaş çizgilerini belirginleştirdi.
Sahi ne güzel bir kadındı teyzem. Duru güzelliği yıllandıkça daha da arınıyor, yüzündeki çizgiler bir sanat eserinin darbeleri gibi onu belirginleştiriyor, bu güzelliği ustalaştırıyordu.
Haftanın bir günü mutlaka onda kalırdım. Her zaman böyle sessiz değildi “konuşmalarımız”. Birçok uykusuz geceyi geride bırakmış, birçok kez güneşin dünyayı selamlamasını seyretmiştik beraber. Yaş 35 yolun yarısı ediyorsa gerçekten, şimdi yolunu yarılamış olan teyzem, hayatımdaki en değerli insanlardan biri ve şüphesiz yegâne sığınağımdı.
Benim biran önce sahip olmak istediğim altın halkayı parmağına hiç geçirmemiş, hiç kimseyle bir yastıkta kocamamış bir kadındı o. Ben hariç herkes, onun neşeli, sıcak tarafını bilirdi. Bu da aramızdaki kopmaz bağın en sağlam kısmı olmalıydı.
Teyzem, en yakın sırdaşım, dert ortağımdı. Erkekler içinse ulaşılmaz bir kadındı. Karşısındakini güneş gibi ısıtıp aydınlatabilen kalbini, buzdağının arkasına gizlerdi. Belki o yüzden hem çok cazip, hem de bir o kadar ulaşılmazdı. Ya da o buz dağını aşabilecek bir yiğit yoktu ortalıkta.
Birilerini sevmeyi denediyse de aşk kapısını sadece bir kez çalmıştı. Bu konuda pek konuşmak istemese de ısrarlı sorularım karşısında bazen pes eder ve birkaç anısını paylaşırdı benimle. Anılarının kahramanı ise her zaman “O” olurdu.

Hayatın ironisine alışmış bir kadındı teyzem. En acılı hikâyede bile insanı güldürecek bir şey bulurdu. “O”nunla ilgili hikâyelerinde bile başarırdı bunu... İkimizin de gözlerinden dışarıya kaçmak isteyen yaşları, her seferinde olmasa da çoğu zaman bu ironiyle yakalayıp geri göndermeyi başarırdı.
Hala hayatta olduğunu bilmesine rağmen “benim rahmetli” diye bahsederdi ondan. Bunun sebebini anlamak güç değildi. Sadece toprağına gömmüştü onu. Bir daha asla unutamayacağı tek aşkını oraya saklamış, herkesten gizlemiş, gizli gizli sevmişti, seviyordu.
“O”ndan ayrılıp yurtdışına gitmek, hayatının en büyük hatasıydı. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum ve bayramlarda, yılbaşlarında gelen kartpostallardan, gönderilen fotoğraflardan ve ayda yılda bir yapılan telefon konuşmalarından tanırdım teyzemi. “O”nunla olamayacağını düşünüp ondan uzağa, yurtdışına kaçan teyzem, onsuz olamayacağını anlayıp geri döndüğünde artık çok geçti. Çünkü “O”, bir koca, çiçeği burnunda bir babaydı artık.
Ve “O” rahmetli olmuştu. Teyzemin rahmetlisi…
Annemin ve ananemin ısrarları üzerine burada kalmıştı teyzem ama hayatına hiç kimseyi almamaya yemin etmişti sanki. Bu kararla kendini mi cezalandırıyordu yoksa zaten bundan başkası yapılamaz mıydı bilemiyorum. Annemin ve ananemin “Bak çok düzgün çocuk…” kelimeleriyle başlayan cümleleri hiç sonuç vermemiş, hepsi noktasız kalmış, asla tam bir cümle olamamıştı.
Zamanla herkes alıştı bu duruma, herkes kabullendi. Herkes teyzemle ilgili hayallerini toprağa gömdü ve üzerine ektikleri çiçeklere bakmaya başladı.

Uzun süren sessizliği bozmaya karar veren teyzemin dudaklarından “Onu çok özledim” kelimeleri dökülüverdi. Birkaç gözyaşı da eşlik etti bu kelimelere.
İlk defa yapıyordu bunu. En yakınım olan bu kadın, bu gece kendi duygularını çözdükçe, gerçekleri eşeleyip gün ışığına çıkardıkça, kopmaz bağlarımızı biraz daha sağlamlaştırmıştı.
“Hayatta asla geri dönemediğim, telafi edemediğim tek hatam o. Hayatımı ters düz eden tek hata!” dedi. Gözyaşları hızlanmış, gözleri etrafta bir mendil arar olmuştu. Ona bir mendil verdim. Elimden sadece bu gelmişti o an. Afallamıştım. Teyzemi ilk defa böyle: bu kadar üzgün, bu kadar çaresiz görüyordum. Kaç katmanı vardı bu kadının? Onu tanıdığımı, gerçekten tanıdığımı düşünürken şimdi karşımda çaresizce ağlayan kadın, dünyanın en yabancı insanıydı.
Teyzem, canım teyzem, toprağının altında yıllarca duran sevgilisini tırnaklarıyla kazıyarak çıkarmış, ona, kendisine ağlıyordu. Durmaksızın, çaresizce…
“Hata yapmamak için kaçtığım şey aslında gerçeğin ta kendisiymiş. O benim tek gerçeğimmiş. Ne kadar da aptalmışım” dedi. “Onu kaybettim.”
Yanaklarımın ıslandığını hissettim. Kendim için de bir mendil bulmanın zamanı gelmişti.
Teyzem, toprağa bulanmış sevgilisine daha sıkı sarıldı. Üstü başı çamur içinde, kendiyle yüzleşti, gerçeği çıkardı gün ışığına.
Bense hiç unutamayacağım bir sahneye tanık olmanın şaşkınlığı, dayanılmaz hüznü ve çaresizliğiyle vurgun yemiş, sadece izlemiş, arada acemi bir iki laf edebilmiştim.

Bir kere daha gecenin gündüze teslim oluşuna, güneşin zaferine şahit olmuştuk. Gün ışığında teyzemin gözlerinin şişliği daha belirgindi. Gözyaşları ise terk etmişti onu. Ya da tükenmişlerdi. Sakin ve dingin, bir o kadar da yorgun ve üzgün görünüyordu.
Sevdiği adamı bir kere daha çaresizce toprağa vermek çok kolay olmasa gerekti.

Öğleden sonra beni uğurlarken üst katmanlarına çıkmıştı yine. Hatta beni güldürmeyi bile başarmıştı. Ama gözlerinde bir fark vardı. Bir karar, tahmin edemediğim ya da etmeye korktuğum bir şey…

Bir hafta sonra bizim evdeki klasik aile yemeğimizde teyzem, tatil için yurtdışına çıkacağını söyledi, gözlerini benden kaçırarak. Havaalanına kimse gelmesindi, zaten kısa süre sonra dönecekti. Ona karşı çıkmanın yersiz olduğunu herkes öğrenmişti artık. Hem nasılsa yakında geri gelecekti…

Havaalanında beni karşısında görünce pek şaşırmadı. Muzip bir gülümseme vardı yine yüzünde, biliyordum der gibi baktı.
Uzun uzun sarılıp vedalaştık. Gözü parmağımdaki nişan yüzüğüne takıldı ve ışıltıyla önce bana sonra nişanlıma baktı. “Aferin, bana çekmemişsin. Yakışıklı, sen de şanslı adamsın, kıymetini bil!” dedi. Gülüştük. “Hayatınızı yaşayın.” dedi sonra. Ne demek istediğini çok iyi biliyordum.
30’lu yaşlarındaki bu yalnız kadın, son bir kez bize dönüp el salladığında artık tamamen emindim: Bu kısa bir tatil değildi. Teyzem, bir daha geri dönmeyecekti. Denemiş ama olmamıştı. Artık dönemezdi, ne de olsa çoktan dönülmez bir yola girmişti.
Bir elimi ona sallarken diğer elimle sevdiğim adamın elini biraz daha sıktım.
“Teyzen düğünümüzde burada olacak değil mi? Onsuz olmaz biliyorsun.” dedi sevgilim.
“Tabi” dedim. “Burada olacak.” Olmayacağını bilsem de…

Ve dua ettim teyzem için: Toprağıyla barışabilsin, onda yeni bir filiz yeşertebilsin diye.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Metrobüs Savaşları

Kalabalık, gergin bir bekleyiş içinde,
0 uzaktan hızla geliyor.
Kalabalıkta bir kıpırdanma,
kapılar açılıyor.
Kalabalık, birbirinin üzerine çullanıp
içeriye hücum ediyor.
Bir kadın yere kapaklanıyor.
"Önemli değil" diyor kalabalık,
"Boşver düşsün!"
"Sen konsantrasyonunu bozma, zafere odaklan..."

Kapılar kapanıyor.
Kalabalığın bir kısmı dışarıda, bir kısmı içeride,
Zaferi kazananlar koltuklarında kurulmuş...

Hoş geldiniz, burası XXI. yy, burası Metrobüs Savaşları Meydanı.

Yaklaşık dört aydır sabah-akşam metrobüs kullanaların arasındayım. Daha öncesinde de bindim tabi ve bu yazıyı yazmak birçok defa aklımdan geçti. Ama rutin metrobüs kullanıcısı olmaya başladıktan ve gözümün önünde düşen kadıncağıza yardım etmek yerine neredeyse çiğneyip geçen insanlık dramına şahit olduktan sonra bu yazıyı yazmak artık benim için bir görevdi.

Yurdum insanının her an, her yere koşturan, aceleci bir yönünün olduğuna hepimiz şahit olmuşuzdur. Otobüs kuyruklarını hatırlayın... Otobüsün ön kapısı açıldığı anda kuyruğun en sonundaki amcanın bir önündekini itmesiyle başlayan dalgalanma size de pek yabancı olmasa gerek. İşte bu aceleciliğin ve bana göre hoşgörüsüzlüğün, bencilliğin, insanlığını yitirmenin son noktasını her sabah ve akşam metrobüs duraklarında gözlemlemeniz mümkün.
Her şey iyi hoş da, anlamadığım bir şey var. Nedir bu acele?! Acele etmesek... Kapılar açıldığında biribimizi itip kakmasak da normal bir tempoda binsek... Biribirimizin kucaklarına oturmasak da kendi yerlerimize otursak... Fena mı olurdu?
Böyle durumlarda acele etmenin anlamı yok. Yavaş çekimde de herkes zafere ulaşabilir.

Şimdi bana, "Bu kadar eleştirdin de sen nasıl bir metrobüs kullanıcısısın?" diye sorarlar. Acı itiraflar bölümüne gelelim o zaman.

Başlarda inanın çok direndim, sükunetimi ve sakin tavrımı korudum, hiç acele etmedim, kuğu gibi süzüleyim dedim. Ama böyle yaptığımda sıranın en önünde olmama rağmen ya binemedim, ya da insan seline kapılıp binmeyi başardım ama oturamadım. Yani iyi savaştım ama zafer benim olmadı...
Şimdi daha seri ve atak bir metrobüs kullanıcısıyım ama itiş kakış, kucağa oturma gibi evlerimi tamamlamadım, tamamlamayacağım!

Evet metrobüs, aslında seni seviyorum haksızlık etmeyeyin. Beni trafikten kurtarıyor, şip şak karşıya geçiriyorsun ama sana binen insanlarla, ki aralarında ben de varım, aram pek iyi değil maalesef.

Orhan Veli, çok sevdiğim İstanbul'u Dinliyorum şiirini, şehrin bu anlarına şahit olsaydı şöyle yazar mıydı dersiniz?

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Uzaklardan, çok uzakalrdan bir metrobüs geliyor
Bir kadının koltuğa değiyor poposu
Bir "oh" çekiyor sevinçle
Zaferi kazandığından olmalı
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı...